Belçika vites artırıyor

Sürekli seyahat halinde olmanın hâletiruhiyesini nasıl anlatabilirim? Belki de 17 gün önce, yolculuğa başlarken rahat rahat sığabildiğim valizle her sabah yaşadıklarımı anlatmak yeterlidir. Valizimle savaşlarım... Şu ana kadar tüm savaşları kazansam da her seferinde biraz daha zayıf düştüğümü hissediyorum. Oysa karşı taraf her yenilgisinden dersler alıp her sabah karşıma daha güçlü çıkıyor. Tek bir toplu iğne dahi almamışken aynı valize sığamaz haldeyim. Tüm eşyalarımı içine tıkıştırıp kapatmaya çalışırken sanki bütün hayatımı o valize sığdırmaya çalışıyor gibi hissediyorum.

Maçlara verilen ara iyi gelmedi, yorulduğumu ve biraz da sıkıldığımı fark ettim. Turnuvayı tamamlamaktan vazgeçmiş durumdayım. Brüksel’den Fransa’ya değil de İstanbul’a dönmeyi dahi düşünüyorum. Akreditasyon yaptırdığım maçları düşünerek kendimi yeniden motive ediyorum. İtalya – İspanya maçından sonra dönüp final maçına geri gelmeye kendimi ikna ediyorum.

Sabahın erken saatlerindeki tüm bu düşünceleri otel odamda bırakıp, Lille’e doğru yola çıkıyorum. Zira günün menüsü Almanya – Slovakya maçına “Stade Pierre Mauroy” ev sahipliği yapacak. Almanya’yı dünya gözüyle izlemeden eve dönmek olmaz! Yolculuk esnasında tanıştığım Almanlarla sohbet ediyoruz. Bir tanesi Türkleri pek sevmediğini itiraf ediyor. Onu İstanbul'u görmeye ikna ediyorum. Üçünün de ortak fikri finale kalabilmeleri durumunda en kolay maçın final olacağı yönünde. Kuzey İrlanda’ya iki gol daha atsaydınız biz de final hayali kurabiliyor olacaktık, diyorum. Elenmemizin tek suçlusu İtalyanlar olmaz. Alman'ların da kabahati var. Portekiz'i yenemeyen Macarların, hatta ilk maçta İtalya’ya yenilen Belçikalıların da. Tüm Avrupa bir olup elenmemiz için ne gerekiyorsa yaptı!

Almanya maçından önce Fransa – İrlanda Cumhuriyeti maçı var. Medya Merkezi'nde göz ucuyla izliyorum. İrlanda maça adeta önde başlıyor. Erken gelen gol sayesinde bir gün önceki eşleşmelerin aksine tempolu ve pozisyonlu bir maç izliyoruz. Mütevazı kadrosuna rağmen olabilecek en iyi oyunu oynayan İrlanda’nın çeyrek final hayallerini Griezmann yok ediyor. Atletico Madridli yıldız oyuncu 2 gol atıp bir de rakibini 10 kişi bıraktırıyor. Turnuvanın ilk hat-trickini yapmaya da çok yaklaşıyor.

Fransa’nın çeyrek finale çıktığını ilan eden bitiş düdüğünün ardından stadyumdaki yerimi alıyorum. Müzesinde 4 dünya kupası 3 de Avrupa şampiyonluğu olan, son 13 büyük turnuvanın üçünü kazanıp 6 tanesinde de final ya da yarı final oynayan Panzerler ısınmaya çıkıyor. “Ah keşke Lahm ve Klose de olsaydı” diye geçiriyorum içimden. Bir yıl kadar evvel, bir milli maç arasında içimdeki Enver Paşa’ya engel olamayıp Almanya Federasyonu’nun 2001’de uygulamaya başladığı futbol akademileriyle ilgili bir yazı yazmıştım. Profesyonel kulüpler kendi bölgelerinde yetenek taraması yapıyor ve yetenekli çocukları okula olan uzaklıklarından tesislerdeki masaj salonlarına kadar tüm standartları federasyon tarafından belirlenen ve denetlenen akademilerde yetiştiriyorlar. Peki, kulüplerin seçmediği çocuklara ne oluyor? Federasyon kulüplerin beğenmediği, fiziksel olarak gelişimi yaşıtlarının gerisinde olan çocukları kendi akademisinde eğitiyor. Schürrle o çocuklardan biri...

Günün ilk maçında futbol ve gol kısırlığının bitişine dair işaretler görmüştük. Bu maçta da devam edeceğini ilk dakikalarda anlıyoruz. Almanya 7. dakikada Khedira’nın kafa vuruşuyla gole yaklaşıyor ancak kaleci Kozacik topu kornere çeliyordu. Kornerden dönen topa yay civarında gelişine vuran Boateng gol perdesini açıyordu. 13. dakikada Mario Gomez’in kazandırdığı penaltı vuruşunu Mesut kullanıyor ancak Kozacik gole izin vermiyordu. Almanya turnuvanın en iyi futbolunu oynuyor, grup aşamalarında tutukluk yapan makine tıkır tıkır işliyordu. Turnuvanın gol yemeyen tek takımının kalecisi Neuer’in 41’de müthiş kurtarışının hemen ardından gelen Mario Gomez golü Slovaklara soyunma odasına götürecek umut bırakmıyordu. İlk 11’de çıktığı 16. Almanya maçındaki 13. golünü atan Gomez’e asist yapan Drexler, gol perdesini de şık bir voleyle kapatıyor, güzel oyununu taçlandırarak maçın adamı oluyordu.

Gelelim memleketin havası solumuş topçulara... Slovakya'daki tanıdık simalardan bir dönem Ankaragücü ve Bursaspor forması giyen Sestak 64’de oyuna giriyor, maçı yedek kulübesinde tamamlayan Stoch ise turnuvayı sadece 7 dakika oynayarak tamamlıyordu. Galatasaray’ın yıldızı Podolski de Fransa’da ilk kez sahaya çıkarken her topla buluştuğunda tribünlerden alkış alıyordu. Üçüncü golden sonra da oyunun hakimiyetini hiç kaybetmeyen Almanya, turnuvanın ilk dörtlemesini yapacak sayısız fırsat yakalıyor ancak değerlendiremiyordu. Grup maçlarını dahi bu kadar rahat kazanamayan Almanya, maçın bitiş düdüğüyle Fransa’nın güneyinde oynayacağı ilk maçtaki rakibini beklemeye başlıyordu. Turnuvanın ilk erken finali, İtalya –İspanya eşleşmesinin kazananını çeyrek finalde daha zorlu bir rakip bekliyordu.

Bordeaux’da oynanacak çeyrek final eşleşmesinin ikinci takımının hangisi olacağını izlemek üzere gece treniyle Lille’den Paris'e geçiyorum. Trende, internet sıkıntısı sebebiyle Belçika – Macaristan maçını bölük pörçük izleyebiliyorum. Oynadığı her maç Avrupa Şampiyonası'nda forma giyen en yaşlı oyuncu olma ünvanını geliştiren Macaristan kalecisi Kiraly, turnuvaya ilk dört gol yiyen takımın kalecisi olarak veda ediyor. Eden Hazard’ın önderliğinde 4-0 kazanan Kırmızı Şeytanlar’ın kupaya bir kulpundan yapışmak için 2 maçı kalıyordu. Fatih Terim’in favorisi Hırvatistan turnuvaya veda etmiş, benim favorim Belçika ise yoluna vites artırarak devam ediyordu...