Seçime giderken “evet ama yetmez” meselesi Murat Belge’nin Bugün gazetesine verdiği mülakatla bir kez daha açıldı. Ben “testi kırılmadan önce” diyenlerdenim; o yüzden referandum öncesinde bu konuda çokça yazıp, kendimce uyarmaya çalıştım. Lakin benim uyarılarım “evet ama yetmezci” dar kadrodan çok, onları biliyor sanan daha geniş bir kesimeydi. Çünkü Murat Belge’nin kandırıldık serzenişinin tersine, ben bu kesimin ne yaptığını çok iyi bildiğini, ama yine de yaptığını düşünüyorum. Üstelik bu bir trajedi değil; komedi! Çünkü yakın siyasal tarihimiz bu türden yanaşma/kandırılma örnekleriyle dolu.

Zamanında benzer yanaşma girişimlerinin Menderes ve Demokrat Parti’ye yönelik yapılışına ben yetişemedim, ama çeşitli kaynaklardan okudum. Sonrasında bu çevrelerin Özal ve ANAP’a yönelik yanaşma girişimlerini uzaktan izledim. Erdoğan ve AKP’ye yönelik taklalar hepimizin gözünün önünde atıldı. Diğer bir anlatımla bu kesimler kandırılmaya bir hayli müsaitler. İyi de niye? Bir açıklamaya ihtiyaç var;
Eğer bu konuda bir tahlil yapılacaksa, bu kesimden yapılan ve benim daha öncede kullandığım bir değerlendirmenin iyi bir kesit sağladığını düşünüyorum;

‘Evet’ diyenler de aslında bir koalisyon… Bu koalisyon ise ‘siyaset yapmak’; askeri vesayet ve onun uzantılarının getirdiği tıkanmışlığa karşı siyasetin kanallarını açmayı umut ediyor. Onlara göre bu Anayasa paketi sadece bir adım; daha ileri adımlar için bir aşama teşkil ediyor. Bu kanadın içinde net bir şekilde “yetmez ama evet” diyenlerin en önemli özellikleri ise tevazu ve özgüven... Yani bir yandan toplumsal değişimin önünü açacak olan bu Anayasa değişikliklerinin yetersiz olduğunu biliyor, ancak en ideal Anayasa’yı yapabilmek için gereken güce sahip olmadığını, o güce sahip olsa bile, hiçbir zaman ‘mükemmel Anayasa’yı yapamayacağını, bu ‘mükemmel’e yakın bir Anayasa’yı yapmak için ise tek başına olmadığını biliyor. Ancak, diğer yandan, bu yolda yürürken, siyaset yapma kapasitesine, sahip olduğu fikirlere, hayaline güveniyor. Toplumsal hayatta, siyasete dâhil olmak, içeri girerek aktör olmak istiyor. Bu tavır, devletin tepesindeki kendini dokunulmaz kılmış, her şeyi kontrol eden, gözetleyen ancak denetlenmeyi reddeden kastın ve seçkinciliğin kibrinin kırılması için ‘adım atmak’ ve “siyasete evet” demek anlamına geliyor” (Ferhat Kentel, Taraf Gazetesi, 14 Temmuz 2010).

Bu satırlarda ne anlatılıyor? Yapılan değerlendirmenin geri planında sivil toplumcu bir siyaset perspektifi var. Merkez-çevre modeline dayanan bu yaklaşım, siyasetin merkezinde siyaseti de tıkayan bir askeri vesayet ve uzantılarını görüp, devletin tepesinde kendini dokunulmaz kılmış her şeyi gözeten ancak denetlenemeyen bu kastın ve seçkinci tavrın kırılması gerektiğine inanıyor. Lakin bu konuda kendisini güçsüz/iktidarsız ve siyasetin dışına itilmiş görüyor (“okumuş orta sınıf halleri”). Bu gücün çevreden yani taşradan merkeze yürüyen (muhtemelen “okumamış”) AKP’de bulunduğuna ikna oluyor. Dahası, taşranın merkeze yürüyüşüne katılarak, iktidarsızlığını yenip, siyasi aktör olacağına, uzun süredir beklediği fırsatın böylece doğacağına umut bağlıyor. Galiba, aslında merkezdekilere benzer bir kültürel sermayesi olmasına karşın, taşranın arkasına takılmayı bir tevazu ve özgüven göstergesi olarak görmek/göstermek istiyor.

Bu ülkede sermayeyi hiçbir zaman karşısına almadan, soyut bir siyaset kurgusu içinde hep ceberut devlet ve onun siyasal seçkinlerini karşısına almayı siyaset olarak kurgulayan bir liberal-sol siyasi duruş oldu. Dramatik bir biçimde hep kendilerinde iktidar görmedikleri için “çevreden” merkeze yürüdüklerine inandıkları bir takım sağ güçlere (ulusal ve ulus-ötesi sermaye ile sarmaş dolaş hallerini görmezden gelerek) yanaşma eğilimi gösterdiler. Ne var ki, Menderes’ten Özal’a, Özal’dan Erdoğan’a bu serüvenler hep hayal kırıklığı içinde bitti.

Ya da Murat Belge gibi bize öyle ifade ettiler. Ben tam da o noktadan emin değilim. Bu kesimler, kısa bir süre de olsa, kendilerini devlet “baba” karşısında güçlü hissediyorlar ya, kanımca işte o duygu ve bu sırada yanaştıkları iktidar çevreleri tarafından sağlanan ayrıcalıklar bu kesimlere yetiyor.

Başka türlü bu tekerrürlerden bu kadar “okumuşun” ders çıkaramaması nasıl açıklanacak?