Belgesel Sinemacılar Meslek Birliği (BSB) 8-9 Aralık’ta bir etkinlik gerçekleştirdi; “Dağıtmadan dağılmaz.” Belgesel çekmek koca bir derttir. Filmi bitirdikten sonra dağıtıma sokabilmekse derdin katmerlisidir. BSB yetkilileri, yabancı dağıtımcı kuruluş yetkilileriyle belgeselcileri bir araya getirdi; tartışıldı, konuşuldu.

Bu tür etkinliğe “Pitching” deniyor; pişirme demek. Birileri gelir, tartışılır, şöyle, şöyle yapın derler. Sonra yine herkes bildiğini yapar. Çünkü dışarıdan, “modernitenin modern dünyasından” gelenlerin bağlamı ile biz “yerlilerin” bağlamı uyuşmaz.

BSB Başkanı Nazlı Sakızlı ve koordinatör Peri Johnson ile diğer görevliler yoğun bir emek harcamışlar. Onlar bu etkinliğe harcadıkları zaman ve enerji ile az buçuk bir belgesel çekebilirlerdi.

Etkinliğe dışarıdan gelenler “Gezi dahil, niye geçmişe bu kadar bağlısınız, niye geçmişle ilgili filmler çekiyorsunuz?” diyorlar. Onlar, işin Batı rasyonelliği boyutundan bakıyor ve böyle sorular soruyorlar. Konularında uzmanlar ama bu ülkedeki belgeselcinin dilini, derdini çözemiyorlar. Çünkü onların geçmişi derlenmiş, toplanmış, arşivlere dizilmiş. Yani belgelenmiş. Belge demek bilgi, birikim, kültür, tarih, her şey demek… Bu noktada Osmanlıca tartışmasına bakınca, bilgi ve belge eksikliği ile sözde “akademya” mensuplarının martavallarına tanık oluyoruz.

Bir tartışmada ele alınan model/bağlam birbirinden farklıysa, tartışmadan nesnel sonuç çıkmaz. Modernite eleştirisinde ve bir modernite deneyimi olan Latin harfi meselesinde de böyle bir yanlışlık var. Sunulan tekçi önerme, aslında birden çıkar karşımıza, çıkan faşizan bir yöntemdir; elma ile armudun yanlış toplamıdır. Oysa elma ile armudu toplamak yerine “Beş elma, beş armut on meyve eder” tarzında kavramsal ve analitik düşünce kapasitemiz olması gerekir. Bunun için de bilgiye ve belgeye sahip olmak…

Hep aynı yöntemle gündeme yeni sorunsallar sürülüyor: Önce sorunsalı kendi kafana göre tasarla. Sonra kendi tasarladığın üzerinden eleştir ve yanlışlığını ortaya ser! Gerçek ve gerçeklik ilişkisini kır böyle. Latin harf konusunda da aynı yalan hap yapılıp yutturulmak isteniyor. Sanki her şey bir günde, bir gecede yapılmış gibi. Tarihsel, kültürel bağlamından da soyularak... Ve “Türk kültürü” sadece “İslam” ile var olmuş gibi. Arap alfabesine geçişten önceki dönemlerle gerçekleşmiş olan tarihsel kültürel kopukluğu, diğer kültürleri ve ulusları ne yapacağız? Ama dert sadece “Türk- İslam” hatta sadece “İslam” olunca bize kurgusal iktidar hapları gerçek diye yutturulmak isteniyor. Bir sinemacı olan Herzog; “Hali hazırda gerçeklik algımız çok ciddi bir saldırı altında. Buna karşı ortaçağ şövalyeleri gibi savaşmalıyız” diyor. (D. Saunders, çev. Ali Necat Kanıyaş, Kolektif Y.)

H. Şirin User, Latin alfabesi tartışmasının tarihinin 1860’larda başladığını yazmış. Yazardan öğrendiğimize göre II. Abdülhamit Latin alfabesi kullanılmasından yanadır. “Abdülhamit’in ‘Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz’ şeklindeki sözleri bazı araştırmacılar tarafından padişahın Arnavut hafiyelerinden esinlenmesine” bağlanmış (Türk Yazı Sistemleri, Hatice Şirin User, Akçağ Y.). Yeniyi yerli yerine oturtabilmek için eskileri bulmaya devam. Eskiye dair yalanlarla şövalyece savaşmak için. Belgeseller bizde hâlâ ceza olarak gösterim şansı bulsa da. Yalana karşı belge gerek! Alıp raftan koymak için yalancının önüne…

Haftaya dize; “bıraktığın ırmakların sularında boğuldum” (Kirkor Yeteroğlu, kırık çan, Kıyı Y.)