Nebil Özgentürk, anlattığı her insan hikâyesinde hüzün buldu, kötüleri lanetlerken vicdan sahiplerine sarıldı. Haksızlığa uğrayanların her zaman yanında oldu

Belgesellerin Picasso’su: Nebil Özgentürk

Hakan Cerrahoğlu

Nebil Özgentürk, birbirinden güzel insan hikâyelerini bizlere anlatan, sevgi dolu belleğiyle değerli isimleri bizlere tanıtan, ince detayları sentezleyecek kadar analitik düşünceye sahip olan kültür iklimimiz gibi. Onun hatıra defterinde Aşık Mahsuni’den Nâzım Hikmet’e, Türkan Saylan’a, Ahmet Kaya’ya, Tarık Akan’dan Cem Karaca’ya, Barış Manço’ya, Yılmaz Güney’e kadar, gönül zengini birçok özel isim var. Dostluğu arkadaşlığı duygu okyanusu olan, Nebil Özgentürk ile konuştuk.

»Belgesellerinizde insanlara zaman yolculuğunda güzel anlar yaşatan bir duygu serüveniniz var, bunun sırrı ne?
Babamın birkaç güzel önerisini unutmuyorum; vicdanlı ol, adaletli ol, temiz ve ahlaklı ol, ne kadar yalansız yaşarsan o kadar iyi, meşhur Can Yücel’in lafıyla beraber. Bir meselesi olan, sistemle sorunu olan, mesela yıllar boyunca sansüre uğrayan bir insanın hikâyesini anlatmayı daha çok önemsedim. Ya da 700’e yakın film çekip hiçbir zaman doğru dürüst bir dikili ağacı olmayan bir Kadir Savun gibi, Hayati Hamzaoğlu gibi büyük sanatçıların acılarını anlatmayı daha çok önemsedim. Bir şiirinden dolayı hapse girmiş, darbelerde mağdur olmuş edebiyatçılar, şairler, sinemacılar hep ilgi alanım oldu.

Şu an herkesin yüreğinde şiiri olan Attila İlhan’ın lise üç sıralarında sevgilisine yazdığı mektuba Nâzım Hikmet şiiri koyduğu için tımarhaneye itilmesi, hapishaneye atılması, işkence görmesi, okuldan atılması… Dünyada görülmemiş bir şeydir bu ama o bu acılardan kocaman bir şiir dünyası yaratmıştır. Ya da babası gözünün önünde öldürülen bir Yaşar Kemal, 12 yaşındayken… Belki de İnce Memed’i bu yüzden yazmıştır, o travmadan dolayı. Ya da Yaşar Kemal, amcasının bir hata sonucu gözünü kör etmesinden dolayı, tek gözüyle bile olsa “Ben başarmalıyım!” demiştir Osmaniye köylerinde. Bu belgesellerin iki nedeni olduğunu düşünüyorum; bir ibret, bir de ders. İbret ki bir daha acılar çekilmesin, ders ki güzel bir şeyse bir çocuk onu izleyerek belki edebiyatçı olsun ya da insan olsun, vicdanlı adam olsun.

»Başka kimlerin belgesellerini yapmak isterdiniz?
Kaçırdığıma üzüldüğüm bir belgesel hikâyesi var. New York’a gitmiştim 2000 yılında, yanımda Elia Kazan, oturuyormuş. 45 dakika boyunca bir Türk lokantasında yemek yedi. Ve Elia Kazan’ı ben atlamışım. Kuru fasulye yedikten sonra çekti gitti. Lokantanın sahibine, “Kim?” dedim. “Elia Kazan”, dedi. Yaşarken onun belgeselini yapmak isterdim.

»Yeni projeleriniz var mı?
Sekiz dosyayla dolaşıyorum. Almanya göçüne ilişkin belgeseli tamamladık. Kadınımızın Hatıra Defteri diye bir çalışma var. Yüzyıl’ın Kıbrıs’ı diye bir dosya hazırladık. Ve iki sinema filmi var. İlkini paylaşmak istemiyorum. Ama ikinci filmle ilgili ipucu vereyim. Yıllar önce Nâzım’ın Türkiye’den kaçışına dair iki bölümlük bir dizi senaryosu yazmıştım. O kaçış heyecanını, kaçış dramını, Karadeniz açıklarındaki bir gemiye atlayıp önce Avrupa’ya, arkasından Moskova’ya gidişini anlatan, geri dönüşlerle çocukluğuna dönen, gençliğine dönen, beni çok mutlu eden ve yedi ay kapanıp yazdığımız çok güzel bir Nâzım hikâyesi var. Masamdan hiç eksik etmiyorum. Onu sinema yapmak istiyorum.

»Türkiye’nin geleceği ile ilgili düşünceleriniz?
Her gün insanı kahreden, kalbini üşüten durumlar yaşanıyor. Kadınlarımıza yönelik şiddetten tutun da ülkedeki baskılara kadar, ülkedeki dilsiz kalmaya kadar. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi; her şey biliniyor ama kimse bir şey yapmıyor, gibi. Ancak burası Pir Sultan’ın, Mevlana’nın, Karacaoğlan’ın, Yaşar Kemal’in, Nâzım’ın da ülkesi. Nâzım memleketine hasret çeke çeke öldü. Bir hikâyesi var, Sunay Akın anlatır. Bir gün Moskova’dan Afrika’ya doğru giderken uçak Türkiye hava sahasından geçiyormuş: “Şimdi uçağın düşmesini isterim…” demiş. Bu ülke bizim ülkemiz. Bu yüzden her zaman umut taşımalıyız. Yaşar Kemal’in muhteşem lafıdır: Hayat umutsuzluktan umut yaratmaktır.

»Toplumsal barışı sağlamak için sizce neler yapmak gerekiyor ?
Siyasetin dili değişmeli. Siyasetteki kutuplaştırıcı cümleler topluma da yansıdığından vahim bir durum var ortada. Herkes herkesten nefret ediyor. Öncelik bu ülkeyi yöneten iktidara düşer. İktidar kutuplaştırma dilinden uzaklaşmalı. Toplumsal iklim insanların moralini çok bozuyor. Hatta ekonomimizi bozuyor, ahlakımızı bozuyor, sokağı bozuyor, komşuluklarımızı bozuyor, aile içi dengeleri bozuyor.
Bu ülkede basın konusunda da zafiyetler var. Çok özgür yazmak söz konusu değil. Büyük medyalarda, merkez medyalarda her şey yazılamıyor. Ama çok büyük travmatik durumları var bu ülkenin. Kuytu sokaklarında, köylerinde, büyük kentlerin arka sokaklarında büyük dramlar yaşanıyor. Ekonomik sıkıntılar mecburen yanlış yönlere itiyor insanları. Çok vahim hatalar, vahim sonuçlar var. Çok daha vahim sonuçlar olmaması için bu ülke hepimizin diye başlayıp iletişim dilinin değiştirilmesi gerekiyor.

»Gençlik yıllarınızın kırılma hikâyelerinden biri Yılmaz Güney’di. Sizin için ne ifade ediyor?
Yılmaz Güney Adana demektir. Yılmaz Güney belki de benim sizinle bu röportajı yapmama kadar uzanan hikâyemin ilk tetikçilerinden biri. Biz Adana çocukları, Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Orhan Kemal sevgisiyle büyüdük. Bize “Büyüyünce Yılmaz Güney gibi memleket meselesi anlatan filmler yapan bir yönetmen olsan!” dediler belki de. Çünkü Yılmaz Güney ilk ‘Umut’ filmini yaptığında arkasından ‘Endişe’ ya da ‘Zavallılar’ gibi Türkiye’yi anlatan, Türkiye’nin doğusunu, temel meseleleri anlatan filmler yaptığında 8-9 yaşındaydım. Sonra büyüdüm ve yine çok büyük filmlerle karşıma çıktı sinemalarda. ‘Yol’ ve ‘Sürü.’ Adana topraklarında büyümüş, benim sokaklarımda film bobinleri taşımış, benim mahallemin 250 metre ötesinde bir sokakta acılar çekmiş Urfa kökenli ama Adana doğumlu bir değerli aktör. Yılmaz Güney hemşerim olduğu kadar onu tanımış olmanın onuru, gururu var. Tesadüf 12-13 yaşındayken ‘Arkadaş’ filminin galasını yapmıştı, orada karşılaşmıştım: “Ne haber Özgentürk?” demişti, çünkü o filmin ikinci yönetmeni olan abimle çalışıyordu. Onun bir çocuğa sevgi sunmasına hayran olmuştum. O da akşam projeyle yatıp sabah projeyle uyanan özel bir tiptir, onun da bence hayatı romandır, filmdir. Yılmaz Güney’in kendisini film yapmak gerekiyor Nâzım Hikmet gibi. Yılmaz Güney ayrıca bu ülkenin toplumsal meselelerine sinemayı sokmuş, sertçe sokmuş unutulmaz bir efsanedir. Yılmaz abimdir ve derler ya memleketimin en güzel ağabeylerinden biridir.

»Tarık Akan’ı anlatır mısınız?
Zengin kız, fakir oğlan hikâyelerinden sonra muhteşem Hababam Sınıfı’nda görürüz, Ferit’tir adı. Tarık Akan’ın Ferit’ten Seyit Ali’ye, Yol’daki Seyit Ali’ye, Karartma Geceleri’ne dönüşme hikâyesi dünya çapındadır. Onun için Tarık Akan bu dönüşümün kahramanıdır. Kimse dönüşemez bu kadar sert bir şekilde. Magazinin, starlığın, milyonlarca hayranlığın tam ortasındayken sakin bir limanı seçmek kolay değil. Bu risktir ama o kadar güzel geçiş yapmış ki sonsuza kadar efsanesini koruyacak kadar büyük bir aktör, büyük bir Yeşilçam efsanesi olarak kalabilmiştir. Onu çok acı bir şekilde kaybettik. Son yıllarında ülkedeki bütün meselelere duyarlılık gösteren hatta sinemasını vesaireyi bırakıp ülkede yaşanan bütün acılara sokaklarda, duyarlı bir yurttaş gibi kendini bırakan, özellikle Nâzım Vakfı’ndaki başkan yardımcılıklarından dolayı hayatını Türkiye meselelerine adayan, gerekirse Silivri’ye giderek insanlara dayanışma gösteren; nerede bir mağdur varsa hepsinin yanında olan, artık şöhretini önemsemeyen büyük bir ustaydı Tarık Akan. Bunu zaten hayat gösterdi, cenazesi son elli yılın en büyük kalabalıklarına sahne oldu. Hayatın dersi gibiydi her şeye.

•••

Nebil Özgentürk, hayata aşkla gülümsüyor, bir amaçla yaşamayı biliyor, gerisi kendiliğinden geliyor.
Bir Doğum Günü Armağanı, Türkiye’nin Hatıra Defteri, Yaşamdan Dakikalar, Bir Yudum İnsan, Lefter: Futbolun Ordinaryusu, Babayani, Nazım Hikmet, Unutulmayanlar... ve daha birçok belgesel ve kitaplar…