Korkulara rağmen yaşayabilmek, insanın en temel sorunlarından biri oldu. Kendi bedenimizin ölümlü, acıya ve endişeye açık yapısından, doğanın ve diğer insanların yıkım güçleri karşısındaki çaresizliğimize kadar bir dizi korku… İnsanlık, korkuyla baş edebilmek için dikkatini çözümsüz ve belirsiz korkulardan başka şeylere vermeyi tercih etti genellikle. Küçük mutluluklarla yetindi, nesnelere yüklediği anlamlarla ve hazlarla inkâr ettiği korkuların üstesinden gelmeye çalıştı.

Koronayla ilgili sürece baktığımızda, virüse karşı en korkusuz olanlar, hayat mücadelesi en yoğun kesimlerden çıkıyordu. Kim ne kadar çok zorunluluğa boğulursa, o kişi o kadar az korkuyordu. Fabrikalar, cezaevleri, kışlalar… Belirsizliği dışlayan, inançla ya da otoriterlikle belirsizliklerin varoluştan dışarı sürüldüğü kesimler, belli bir rahatlamaya kavuşuyor ve korkulara karşı daha dayanıklı bir hale gelebiliyordu. Askerlik yapmış olanlar bilir, saatlerce güneşin altında ya da soğukta içtima için ayakta bekletildikten sonra, oturdukları ilk anda büyük bir mutluluk yaşarlar. Her şey belli bir düzene bağlıdır, yatma kalkma saatinden yemek saatine…

Korona nedeniyle okulların kapatılmasıyla doğan belirsizlik, bu yüzden online eğitimle giderilmeye çalışıldı. Çocuklar da, aileleri de bu belirsizlikte ne yapacaklarını bilemiyorlardı; birilerinin onların yaşamlarını düzenleyecek bir formül sunması gerekiyordu. “Düzen ve kesinliğin gözetleyici-eğitici-disiplin edici fabrikaları” diye tanımlar Baumann bu durumu ‘Parçalanmış Hayat’ta, Foucault’ya gönderme yaparak. Korona, en yıkıcı etkisini, neden olduğu belirsizlikle ve kurumları boşa çıkarmasıyla yaptı. Şimdi aşı bulma umuduyla bilim ve ölüm oranlarının azalmasıyla kurumlar yeniden güven tazeliyor. Bir süre sonra, Korona nedeniyle yaşanılan korkuların unutulacağına dair çok işaret var. Bu salgından sonra her şey değişecek diye yazılar yazan düşünürlere, tarihe bakınca katılmak biraz güç. Büyük Deprem’den sonra da bir şeyler değişecek sanılmıştı, çok da değişmediği görüldü, unutuldu pek çok şey.

Unutmaya yönelik bu eğilimin psikolojik bir yanı var. Travmayla ilgili yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, travma mağdurları yaşadıkları acıları şiddetli bir biçimde unutmak isterler, ama sorun şu ki bastırmaya ve inkar etmeye çalıştıkları için gerçekte unutamazlar. Freud’un dediği gibi, en iyi ve sağlıklı unutma, anlatarak ve paylaşarak gerçekleşir, yeniden hikâyeleştirerek… Toplum da kurbanları unutmaya zorlar, onların acılarını mümkün mertebe görmezden gelmeye çalışır, ancak siyasi bir çaba ve yaklaşımla bu eğilim değiştirilebilir. Travmalara neden olaylar ve kurbanlar, toplumların unutmak istedikleri şeylerdir, hatırlanacaksa da zafer nidalarıyla hatırlanmalıdır. Akılcılaştırmaktan inkâra bütün savunma mekanizmaları devreye sokulur. Virüsün laboratuarda üretildiğine dair komplo teorileri bile, bu akılcılaştırmanın bir parçasına dönüşmüş durumda, “dışarıda bir düşman var ve bütün bu acıların nedeni o” düşüncesi, belirsizliği sona erdirdiği için rahatlatıcı olsa gerek.

Yine travmayla ilgili yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, sadece ilişki içinde çözülürüz, rahatlarız, paylaşarak… Erik Erikson, insan için hayatın ilk yıllarında tesis edilen ‘temel güven’ duygusunun öneminden bahseder kitaplarında. Temel güven duygusunun ardından sırasıyla otonomi, inisiyatif, gayret, kimlik ve mahremiyet kapasiteleri gelişir. Temel güven duygusu zarar gördüğünde, kişinin diğer kapasiteleri de olumsuz etkilenir. Bu yüzden insanlar ve toplumlar unutmaya eğilimli oluyor, başka türlü yaşanamadığı için. Ama bizim hatırlayarak ve paylaşarak unutmaya ihtiyacımız var, gerçekçi bir biçimde ‘temel güven’ duygusunu oluşturabilmemiz için.