Karl Kraus’un dediği gibi, “yazmamak için yeterince karakter sahibi olmadığımız” için mi yazıyoruz biz… Bilmiyorum... Biliyor olsaydım ya yazmıyor ya da daha fazla yazıyor olurdum. Belki kendimizin bile bilmediği acılarımız vardır bir yerlerimizde –kimin yok ki aslında-. Belki yazmak acılarla değil de yalnızca varoluşla ilgilidir. Ya da görünür olup varlığımızı onaylatmakla. Ancak nasıl ki Camus için bir bardak kahve içmekle, intihar etmek aynı düzlemdedir, bizim için de yazmak ve ağlamak, gülmek ve ölmek ve hatta ibadet etmek aynı düzlemdedir.

Yazıyoruz. Belki ölümü karşılamak, belki bir aşkı teğet geçmek, belki de –kim bilir- geçmişimizden üstümüze bulaşan kirleri silkelemek içindir bütün bu çabamız. Yazmak bir çaba mıdır? Aslında bundan da emin değilim. Birisinin sözü, dili olmak mıdır, hiç sanmıyorum.

Yazmak birisi ya da birileri içinse zaten onun adı asla yazmak değil, ancak karalamak olacaktır. Çünkü yazmak insanın kendi ciğerini kartallara sunmasından başka bir şey değildir. Olmamalıdır. Eninde sonunda, yazmak dediğimiz şey, insanın kendisi için açtığı büyük bir mezardır. Kendi eliyle açtığı bu mezara kendi kendisini sokacaktır. Yazıda ölecektir, yazerken ölecektir. Yazmak en büyük intikam alıcıdır. İnsan kendi kendinden intikam alır mı diye bir sorunuz varsa, cevabı yazmak olacaktır. İnanınız. İnanmaya uzaksanız, lütfen bunu sezmeye çalışınız.

Niçin yazıyoruz sorusunun ne çok ve bahtsız, yetim, öksüz ve her türlü eksikliği içerisinde barındıran yanıtı vardır.

“İnsanın kendisini ifade etmesi” cümlesinin saçmalığı kadar saçmadır çoğu. İnsan kendisini ifade eden değil, kendisini orta yere koyandır oysa. Sözü, dili, rengi ve bedenindeki ben’i bile insanın ifadesi değil oluşudur. İyinin ve kötünün ötesinde, günahın ve sevabın asla uğramayacağı bir yerdedir insanın kendisi, aklı ve ruhu. Yazmak, söylemek ve eylemek var olmanın farklı modlarından başka bir şey değildir. Yani varlığın kendisidir. Varlığın bir ürünü değil, bir uzvudur. İnsanın varlığından ve oluşundan gayrı bir yazma eylemi –asla- olanaklı değildir.

Bir müzik enstrümanının bir bedenin devamı olması gibidir o… Örneğin Aznavour’un cenaze töreninde çalınan duduk, Aznavour’un sesidir. Sesi bedeni ve aklıdır. Bir sanatçıyı ölümsüz kılan budur. Ona çağları aşırtan. Binlerce yıllık kadim bir halkı bugünün rezil dünyasında yeniden kuran, kucaklayan var oluşun bu halidir.

O enstrüman insanın ciğerlerinin, boğazının uzantısı olmadığında istenilen sesi asla vermeyecektir, vermemiştir. Yazmak da, insanın elinin, aklının ve dilinin dışa vurması, hayata dokunmasıdır -ki ben gerçekten yazıdan bahsediyorum- yazmak hayvanlaşmaktır. Bir hayvanın bütün dünyanın içinde bir beden olarak, o dünyaya ve doğaya bağlı bir beden olarak kendini algılaması, daha doğrusu, kendisini çevreleyen evrenindışında bir kendiliğinin olmaması, kendiliğinin sadece o doğa olması, kendisi acı çekerken bütün bir dünyanın, evrenin ve bizim doğa dediğimiz -bedenini sarıp sarmalayan havayla başlayan her şeyin- acı çektiğini sanması gibidir. Biz hayvanlaşamadığımız için yazıyla o kendimizin dışında bıraktığımız, doğa diyerek kendimizden ayırdığımız dünyaya ulaşmaya çalışırız ki buna –bazen- yazmak denecektir.

Eğer yazmak insanın ruhunu ve bedenini, ondan ayrı kılınan o tanrıya ulaştıramıyorsa yazmak yalnızca oyalanmaktır. Çünkü insan kendisine ulaştıkça tanrısının sırrına ulaşabilecek, onu kendisinde buldukça daha da yazacaktır. Doğa dediğimiz şeyin insanın bir yanılsaması olduğu, insan varlığının ondan ayrı olmadığı, insanın emeğiyle onu dönüştürürken, kendisini; kendisini dönüştürürken onu dönüştürdüğünü anlamadığımız sürece, yazmak birilerinin payandalığını yapmak, nereye dönse, neyi yazsa çölü göstermektir –ki her yazanın en az bir kere o çöle uğramışlığı vardır.

Ama bütün bunların ötesinde ve dışında belki de Kraus haklıdır. Bu dünyada yaşamayı bilemeyenlerin, akıl ve beden özürlerinden vuku bulmuş bir maharettir yazmak –belki de-.