Belki de son bahar

MİNE SÖĞÜT

Bundan yaklaşık bir ay önce, Karaköy’de vapur iskelesinin yanındaki rıhtımda yere oturdum, uzun uzun karşı kıyıyı seyrettim. Tuhaf bir soru bir şarkı nakaratı gibi takılıp kaldı aklıma:

Dünyanın sonu kaç kere geldi daha önce?

Ne ülkeyi tehdit eden salgın vardı ortada, ne de karantina lafları. Buralarda kimse olacaklar, olabilecekler için henüz telaşlanmıyordu.

Ve ben Karaköy’de rıhtımda oturup yere, Topkapı Sarayı’na bakakaldım önce.

O sarayda dünyanın sonu kim bilir kaç kere geldi, diye. Boynu vurulanlar, tahtan indirilenler, sürgüne gönderilenler için... sarayı terk etmek zorunda kalanlar için?

Sonra Ayasofya’ya baktım ve düşündüm. Papazlar için gelen dünyanın sonunu, krallar için gelen...

Yarımada’da artık hayaletleri bile kalmayan ahşap evler yandığında gelen dünyanın sonlarını düşündüm.

İşgal zamanı Galata Köprüsü’nün üzerinde gelen dünyanın sonlarını.

Bir gazeteci vurulduğunda Babıali’de gelen dünyanın sonu düşündüm.

Sansaryan Han’da bir insan işkencede öldüğünde gelen dünyanın sonunu.

Bir zamanlar eski köprünün altında sokak çocukları yaşardı, onlar için dünyanın sonu kaç kez gelmişti, onları düşündüm.

Benim için dünyanın sonu bir kez, babam öldüğünde gelmişti, onu düşündüm. Onu düşününce biraz ağladım. Sonra geçti.

Oturduğum yerden kalktım, Karaköy’den Kuledibi’ne, oradan Asmaslımescit’e yürüdüm. Arkadaşlarımla yemek yedim. Sonra dansa gittik. Sonra...

Bir kaç gün sonra ülkede işler sarpa sarmaya başlayınca, hızla köye döndüm. Sokağa çıkma yasağı ilan edilirse, şehir karantinaya alınırsa evimde olayım diye. Ev güzel. Etraf hep bahçe. İnsan bu mevsim zaten az.

Markete gittim. Neyi depolayacağımı bilemedim. Bol kedi köpek maması ve beş paket rengarenk mercimek alıp eve döndüm.

Şimdi arada bir şeyler yazıyorum. Gözüm hep haberlerde. Olanları anlayıp olacakları anlamaya çalışıyorum; düşünceler, fikirler, hayaller, umutlar, umutsuzluklar...

Sonlar ve başlangıçlar ve sonlar ve...

Sonra bahçeye çıkıp domates ekiyorum, soğan, biber, fesleğen falan. Yabani otları yoluyorum. Çiçeğe boğulmuş erguvanın altında tarçınlı çay içiyorum.

Zihnimin derinlerinde hep kendini fısıldayan sinsi bir cümle:

İlkbahar... belki de son bahar.