Dalaşacak “öteki” kendisi olmadığında ve kuşku duymadığı o devlet tarafından mahvedilen hayat kendisininki olmadığında daha kolaydır devleti sevmek

Belki de uyuduğumuz için bu kâbusu görüyoruz

“neden en çok ezilmiş üzümün adı şaraba çıkar”
S. Kömürcü

Uyku sersemliğiyle aynadaki aksini tanımayan adamın komik bir hikayesi anlatılır: Sabah erkenden kalkacak trene yetişebilmek için kendisini uyandırmasını istediği otel görevlisine, “unutma, oda arkadaşım olan zenciyi değil, beni uyandıracaksın” diye tembihledikten sonra içkiyi fazla kaçırıp sızmıştır hani. Sonra o uyurken arkadaşları şaka olsun diye yüzünü kurumla boyadığından, sabah uyanıp da aynaya baktığında ilk iş otel görevlisine söver adam; “vay sersem, beni değil zenciyi uyandırmış.”

Bugünlerde devletin kendisini tehdit olarak “işaretlemiş” olduğuna bir türlü inanamayan yurdum insanının hali biraz böyledir açıkçası, yıllardır tapındığı statükonun yanılabileceğini düşünemez ama kendisinden de oldukça emindir bir taraftan. Dalaşacak “öteki” kendisi olmadığında daha kolaydır çünkü devleti sevmek, kuşku duymadığı o devlet tarafından mahvedilen hayat kendisininki olmadığında daha kolaydır. Bu yüzden “dışlanmamak için dışlamaya ortak olmakta” bulurlar çareyi, birbirini işaret eder durur herkes, birkaç ay evvel trafikte çevirmeye takılan sarhoşun “polise taş atanlara bir şey yapmıyorsunuz burada bizimle uğraşıyorsunuz” diye çıkıştığı gibi; yahut otobüste kavga eden gençlerin yine aynı polise “biz PKK’lı mıyız, gidin onlarla uğraşın” diye çıkıştığı gibi; veyahut bugünlerde daha popüler bir versiyon olan “FETÖ’cü müyüz biz” diye veryansın eden OHAL “mağdurları” (ne demekse bu) gibi…

Yukarıdaki öyküyü hatırlatan Bloch’un tabiriyle “biri tam da yanıldığı için kendisine daha fazla bakar”, inatla reddedilen gerçek; sizi kabul görebilir kılan eşiklerin sanıldığı gibi sosyo-kültürel olarak değil, siyaseten çizilmekte olduğudur. Çağımızın siyaset bilimi erbabı Agamben’in yüz bin kere söylediği üzere; istisna ilişkisini kuran eşikleri tayin eden egemen iktidarın ta kendisidir.

İşte Kemal Kılıçdaroğlu ve onun fikirlerini paylaşan CHP’lilerin anlamadığı şey budur. “Sizin” kim olduğunuzun, neye itibar edip nasıl itibar gördüğünüzün bir önemi yoktur. Bugün devleti ele geçirmiş olan bir kliğin başta tüm muhaliflere, sonra da canının istediği herkese alenen ve salyalarını akıtarak saldırmakta olduğu problemini nesnel olarak önünüze koymadığınız sürece, meşru mücadele zemini yaratma çabalarınız beyhudedir. Sırf kurumlarında (hâlâ) Mustafa Kemal portreleri asılı diye devlete ortak olabileceğini sanırken “hayır dedi dedirtmeyiz” diyerekten HDP’li vekilleri zindana yollayanlar, yaşadığımız şuursuzlukta azımsanmayacak ölçüde pay sahibidir. Hukuki arayışlar birer birer parodilere dönüşürken, çıkıp “milletvekillerinin tutuklanması anayasaya da içtihatlara da aykırıdır” demek; daha altı ay evvelki “Anayasa’ya da insan haklarına da aykırıdır, ama evet diyeceğiz” basiretsizliğini örtmez. Ülkenin tüm devrimci-demokrat kurumları baskı altına alınmış, basın-yayın organları tek tek kapanırken, sıranın kendisine geleceğini bile bile “dışlamaya” ortak olan bu mantık işlevsizdir. Hatta daha fenası, itaati haysiyet ihbarcılığı fazilet bildiğinden artık tamamen bir iktidar “aparatına” dönüşmüş o yobaz köy muhtarının mantığına benzer bu. Kendisini ispat etmek için ötekini ölüme terk eder.

Eni sonu “bu yargı tiyatrosunda figüranlığı kabul etmeyen” HDP’li vekiller hapsedilirler. Cumhuriyet gazetesine bir operasyon daha yapılır. KHK’ler ile devrimci-demokratların kamudan tasfiyesi bütün hızıyla devam eder. 10 Ekim sanıklarıyla poz veren polisler olağanüstü salahiyetlere sahip olduklarından, en ufak bir itiraz dahi “canilikle” bastırılır. Her gün birileri hapsi boylar. Her gün birileri hedef gösterilir. Erdoğan “onlar hak etmişti” psikolojisini kaşımaya, Musul vaatleriyle megalo-milli utkuları göstermeye devam eder. Son günlerde MHP’ye pek bir itimat gösteren Binali Yıldırım “başkanlık için destek sözü” aldığını açıklar. Mültecileri üzerinize salarım tehditlerini sürdürerek “tam bağımlı” ekonomisiyle dünyaya sırtını dönen ülkenin AB Bakanı Ömer Çelik -Saray'dan aldığı talimatla- Avrupa’ya şekil yaparken, biz de ekranın sağ alt köşesinde avronun yükselişini görürüz.

Evet, zindandaki vekiller doğruyu söyler; “mutlaka kazanacağız.” Ancak kazanmadan evvel neleri kaybetmiş olacağımız sorusu, çok ciddi endişeleri taşımamızı gerektirir. Eşikler daralmaktadır. Yok “Yenikapı ruhu” yok “bilmem ne” diye bilfiil CHP eliyle su taşınan başkanlık çarkı bugün baskı ve yasaklarla döndürülürken, HDP’li vekillerin hapsedilmesi yoluyla MHP’nin 7 Haziran’dan bu yana yaşadığı aşağılık kompleksi de Saray tarafından giderilmiş ve MHP ile AKP arasındaki başkanlık mutabakatı sağcı ideolojilerin en kaba saba referanslarıyla kurulmuştur. Artık herkes potansiyel teröristtir. Herkes, bu partilerin kendi tabanını oluşturan insanlar bile risk altındadır. Ve emin olun, faşist rejim Kürtlerle işini bitirdiğinde sıra seküler Türklere, Alevilerle işini bitirdiğinde sıra iktidarın yorumunu benimsemeyen Sünnilere, biz sosyalistlerle işini bitirdiğinde sıra sosyal demokratlara, HDP ile işini bitirdiğinde de CHP’ye gelecektir. Tek şansımız, bir kere olsun sağcıların hep yaptığı şeyi yapabilmek; birleşmek, tüm muhalifler olarak yüzümüzü birbirimize dönmek ve yasak tanımaksızın bütünleşik muhalefeti acilen icra etmektir. Yoksa gaz odasındaki o küçük pencereye yaklaşıp bir soluk daha alabilmek için birbirini ezen Yahudiler gibi, sırayla ama aynı anda, tek tek ama topluca bertaraf olacağız.