Emile Zola’nın ‘Meyhane’ romanını ilk gençlik yıllarımda okumuş, allak bullak olmuştum. Paris’in arka sokaklarında bir ailenin çöküş serüvenine tanıklık ederken can yakıcı, korkunç hatta acımasız dünyaya lanet ederken bulmuştum kendimi. Sevgilisi Lantier ile birlikte kenar mahalleye yerleşen, bir çamaşırhanede çalışmaya başlayan Gervaise Macquart’ın çaresizliğinin, çıkışsızlığının esiriydim âdeta. Onun ekseninde bir işçi ailesinin kaçınılmaz düşüşünü görüyor, aile bağlarının çözülüşüne, dürüstlük duygusunun yitirilişine, büyük bir aşktan sevgisizliğe doğru ilerlenen o yıkıcı geçişe katlanamıyordum. Elimden de bırakamıyordum kitabı. Üstelik o yıllarda romanı, Ortega de Gasset’in, “Sevgi ile nefret ilişkisi merkezkaç kuvvetindedir,” sözleriyle tanımlıyordum. Bir yandan da bu denli yakıcı gerçekliği kaleme aldığı için yazarına hayranlık duyuyordum. Belki de yazar, birbirine olanca zıt duyguları aynı anda yaşatabilmekten haz alıyordu. Bu büyük bir beceriydi aynı zamanda. Ben de, Paris’in yoksul mahallelerinde dolaşırken daha çok işçilerin buluşma yeri olan bir meyhanede soluklanıyor, bira ve sidik kokan ucube mekânda tabureye tüneyip gelene geçene bakıyordum.

Aslında Zola, 1500’lü yıllardan itibaren, zihnimizde Paris’te meşruluk kazanan içki satan lokantaların farklı bir görünümünü veriyordu. Şehir merkezinde kalburüstü insanların gittiği, şık, beyaz masalar yerine bambaşka bir manzara sunuyordu. Bir o kadar da tekinsiz yerlerdi her biri. Bir yandan da, bizim gibi Paris’in bir dönemine hayranlık duyarak büyümüş, daha çok şehrin merkezinde sanatçıların takıldığı, bugün artık turistik bir ‘sektör’e dönüşmüş ‘pub’ları zihnimizde darmadağın ediyordu. Tzara ile Eluard’ın yüreklerinde kocaman heyecanla atıştığı, Picasso ile Debussy’in yeni bir opera tasarımı için tartıştığı, Aragon’un aşkından kendini unuttuğu yerlerdi oralar. Geçmişteki sanatçıların ruhu üzerimize bir gölge gibi düşerken, biz çatal bıçak sesleri arasında kayboluyorduk. Öyle beklediğimiz mekânlar değildi, bir fevkaladelik yoktu hiçbirinde. Çünkü mekânları var eden onlardı, sanatçı ve edebiyatçılardı. Yahut büyük olayların yaşandığı yerlerdeki insanların haykırışlarıydı.

Büyük dönüşümlere tanıklık eden yerlerdi her biri. “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” yazısının asıldığı duvarlar öylece duruyordu. Enternasyonel marşının içlice söylendiği sandalyeye bir kadın isyanıyla çıkıyordu. Komün günlerinde aşkla devrim sevişirken yine akşamları şarkılar söyleniyordu. Dünya savaşına giderken asker uğurlayan sevdalıların özlemlerinde de buluşma mekânları vardı. İkinci Dünya Savaşı’nda Paris kuşatması öncesindeki büyük aymazlıkta da. Bar tabureleri üzerinde Almanya’nın Paris’e asla ve kat’a saldırmayacağına dair konuşmalar yapılıyordu. Yanlış aydın çıkarımlarının tarihin akışını değiştirecek olması ise cabasıydı.

Ankara ise büyük bir zaferin ardından yoktan var edilmiş bir şehirdi. Falih Rıfkı Atay Çankaya’da, “Trenden inince iki tarafı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum.” diye yazıyordu. Ankara yeni kurulan devletle özdeşleşti, emperyalizme karşı duruşun sembolü oldu, başkaldırının eylemsellikle bütünleşerek saltanata karşı meclisinin kurulduğu yer olarak tarihe geçti. Böylece yeni başkente bambaşka atıfların yapılacağı şehir, hükümetler ve bürokrasinin arasında gidip gelen yeni bir yerleşim merkezine dönüştü. Ankara deyince akla Milli Mücadele döneminin gelmesi bundandır. Anlayacağınız, bir mekân yaşanan olaylarla kendine tarihsel bir amaç ve yer edinir.

Önceki gün Ankara girişinde baro başkanlarının şehre alınmaması, onların saatlerce sağanakta bekletilmesi de günün birinde Ankara girişini kendine özgü bir belleğe taşıyacaktır. Çünkü mekânlar zihinlerde bütünleşen anılarda, yaratılarda ve direnişlerde yaşar.