“Bellek denilen tarifi güç ada!”

1 Taner Timur’u yayına davet ettim. Hoca artık canlı televizyon yayını yapmak istemediğini söyledi, yine de beni kırmadı geldi. Aydınlanma, cumhuriyet üstüne konuştuk. Tertemiz bir zihin, son derece tutarlı bir düşün akışı ve lezzetli bir dil kurdu. İmrenerek izledim. Üretmek, düşünceyi diri tutmak yaşama bağlıyor insanı. Her biri bellekte iz bırakan yazılarına devam ediyor hoca.

Kaç zamandır evde Dobi ile uğraşıyoruz. Öteden beri köpek sahiplenme niyetimiz vardı, kapıyı çaldı ve girdi içeri Dobi. Bir canlının sorumluluğunu üstlenmek riskli ancak önemli bir deneyim. Davranışlarını gözlemliyorum. Öte yandan artık onsuz bir yaşamdan söz etmek mümkün değil. Tüm ev halkı mutlu Dobi’yle. Zor mu? Zor… Bambaşka bir sürece giriyor insan. Lâkin benzersiz bir duygu. Gece benim sallanan koltuğa sığınıyoruz birlikte…

Taner Hocadan rica ettim, bir makalesi vardı, hangi kitaptaysa bana armağan etsin istedim. Sağ olsun getirdi. “İstanbul’un Sokak Köpekleri”ni Dobi’yi sahiplendikten sonra ayrı bir merakla okudum.

“1655’te Osmanlı başkentine gelen Thevenot’yu en çok çarpan şey İstanbulluların sokak köpeklerine gösterdikleri şefkat olmuştu. Fransız seyyah kedi ve köpek besleyen İstanbul halkından söz ederken, bunlardan bir kısmının ölmeden önce belli bir parayı bu amaçla kullanılmak üzere vakfettiğini de yazmaktadır. Yazarın şu ilginç tanıklığını da nakledelim: “İyi giyinmiş bir sürü insanın, sokakta doğurmuş bir köpeğin yavrularının ezilmemesi için küçük bir duvar örmek üzere, taş aradıklarını gözlerimle gördüm.”

Sokaklarda sürü halinde gezen karabaşları izliyorum. Şiddet, açlık, sevgisizlik köpekleri saldırgan kılıyor. Sokak çeteleri arasında süren bazı çatışmalar ürkütücü. Oysa bir şehre kimlik veren dostlardır köpekler. Osmanlı’nın her dönem bu sevgiyle davrandığı söylenemez. İstanbul ahalisi rahatsız olduğu için sokak köpeklerini toplayıp, Hayırsız Ada’ya bıraktıklarından da söz ediyor makale. Anlaşılan Fransız botanikçi P. De Tournefort: “Tüm iyilikseverliklerine rağmen köpeklerden nefret ettikleri” kanısında Osmanlıların. Taner Hoca bunun “ikili” bir duygu hali olduğunu vurguluyor.

2 Antep Kitap Fuarı pek coşkulu geçti. Havaalanında dostlar karşıladı, kahvaltıyı katmerle yaptık. Fuar üniversitenin içinde… On yıl oldu belki buraya geleli… Eskiden üniversitelere konuşmaya çağırırlardı, şimdi imkânsız. Üniversiteleri iktidara, gericiliğe teslim olan bir ülkenin ayakta kalma ihtimali yoktur. ‘Güzel hava, kim gelir ki bu saatte beni dinlemeye’ diye iç geçirdim… Erken saat olmasına karşın tıka basa dolu salon şaşırttı, heyecanlandırdı beni… Son dönem nereye gitsem hep aynı coşkulu insanlarla karşılaşıyorum…

İmzaya geçince okurla baş başa konuşma olanağı buluyor insan. Biri: “Sizi kardeşimle birlikte dinledik, kendisi polis, gel kitap imzalatalım, fotoğraf çektirelim, dedim, korktu, gelmedi” dedi. “Neden?” diye sordum, “Eğer bir gören olursa, mesleğinden olacağını düşünüyor” diye yanıtladı. Elbet yanıtı tahmin etmiştim, lâkin bana ve ben gibi düşünenlere bunca öfke, nefret birikti mi, şaşırmadan edemedim…

Bir diğeri KHK ile işten el çektirilmiş. İslamcı olduğu konuşmasından, giyim kuşamından, yanındaki kadına/eşine davranışından belli. Ağzı kalabalık, daldan dala atladı. Elbette bir suçu var mı bilemem, öğretmen olan bu adamın eline düşen çocuktan ne hayır gelir ki? Esas sorun bu, bir cemaat siliniyor okullardan, yerini bir başkası alıyor… Canım sıkıldı. Ardı ardına İslamcıların gelmesi de ilginçti. Başı derde girince bu tarikat, cemaat mensupları hemen solculardan medet umuyor…

3 Kemal Tahir’in Piraye’ye yazdığı mektuplar yayımlandı. Pek sevindim, hemen okudum. Nâzım’ın mahpus arkadaşı, yengesine hayran, onu sırdaş olarak görmüş. Kemal Tahir’i pek sevmem ama mektuplarda o kadar çocuksu, içten bir dil kullanmış ki, hani duygumu etkiledi desem yeri. İçeride zamanın nasıl aktığını açıklıkla anlatıyor Tahir. Nâzım’la şakalaşmalarını, kederlerini, kimi şiirlerin yaratım süreçlerini göz önüne seriyor mektuplar…

Memet Fuat’ın “Gölgede Kalan Yıllar”ını okumuştum. Piraye’yi orada tanıdım. Ketum, acısını içine akıtan bir kadın… Nâzım’ın mizacına taban tabana ters… Yaşadığı dönem şaire dair tek sözcük etmemiş; ki eğer sövse bile haklı denecek gerekçeleri var, üstelik sanki tarihe ait olduğunu bildiği belgeleri, bir ödev bilinciyle saklamış. Bazı zaman insan kendinde sıyrılır, yaşamını bir sinema filmine bakar gibi yabancı olarak izler. Piraye bunu yapmış gibi. Bir de, coşkulu ve yakıcı bir aşkın ardından, kişi yaşanacak yeni bir neden bulamaz ve ölüme dek o günleri yineler durur. Nâzım’ın karısı olarak anıldıktan sonra, kendine yaşayacak yeni bir alan bulamamış olabilir Piraye…

4 Neredeyse otuz yıllık geçmişe dayanan bir dostluğun, uzunca bir ara ardından, farklı öykülerden süzülüp gelerek, yeniden ve hakiki biçimde kurulması mümkün mü? Çok zamandır konuşmadığımız halde, nasıl da sevinçle yüzümde tebessüm belirdi. Sesini yakından tanıdığım, hemencecik, tereddütsüz kapıldığım biri oluveriyor işte… Neden? Hem tercih ediyorum onu, hem de merak ediyorum olan biteni. Zaman ikimiz içinde farklı aktı, yola koyulduğumuz gibi değiliz, ne bedenimiz, ne ruhumuz… Ama bellek var ya, bir yandan delil arıyor insan, o yüzden hemen başvuruyor geçmişe… Yaşadığına dair bir delil, bir ömrü sürdüğüne dair…

Garip bir güdü bu; dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmek, bıraktığın izi görmek istiyorsan, yaralandığın yerden, sana hiçbir yargı koymadan yaklaşacak birine gereksinim duyup, sığınıyorsun belki! Rüyalarım bulanık, başı sonu oldukça tutarsız sürüyorken, araya sıkışan bir fotoğraf vardı. Bilincimin bana oynadığı oyunu kavramak için kaç zamandır yolculuk halindeyim. Zihnimin sınırlarını zorluyorum. Bağları kurmaya çabalıyorum. Bir yandan da beyin nasıl saklıyor geçmişi anlamaya çabalıyorum. O güzel dost nereye gizlenmiş, neden aniden çıkıp geliyor. Bir davet midir bu, o çok sevdiğin insanın belleğinde de aniden beliren…

5 Kemal Tahir, Nâzım hastalandığında yürekten seslenerek “Sen yüz yaşına dek ölmemelisin. Sen Türk şiirinin anıtısın” diyor. Çok zaman hastalıklar içinde kıvranan Nâzım’a bunu söylerken hem ülkenin ihtiyacından, hem bencil arzusundan söz ediyor. Dostuna moral de veriyor elbet. Kemal Tahir’in Piraye ve Nâzım’a hayranlığı tüm mektuplarında okunuyor. Sanki düşlerindeki kadın erkek ilişkisi bu… Lâkin Nâzım, Münevver’le karşılaşana dek sürüyor bu şiirlerle bezenmiş aşk. Nâzım tüm kahrını çeken, kadınım dediği Piraye’den kopuyor. Kemal Tahir bunu bir türlü anlamıyor, kabul etmiyor, hatta Nâzım’a çok ağır sözler ediyor. İnsanın dostuna böyle yargılarla bakma hakkı var mı?

Nâzım şöyle söz ediyor Piraye’den:

“ Bu kadın beni hiçbir zaman delice sevmeyecek, beni beğenecek, benim olacak, bana bütün hayatını vakfedecek, fakat bana hiçbir zaman âşık olmayacak. Ben onun beğendiği erkek tipi değilim. O, kendi söylemişti, esmer erkeklerden hoşlanırmış… Onun içinde üç ayrı kadın var, nasıl üç ismi varsa… O kadınlardan ikisi benim olacak, fakat üçüncüsü hiçbir zaman benim olmayacak… Ve ne tuhaf bütün geri kalan ömrüm üstüne damgasını basan o gece düşündüklerimin hepsi doğru çıktı. Üçüncü kadın, tek kadının içindeki üçüncü kadın hiçbir zaman benim olmadı ve öyle sanıyorum ki o üçüncü kadın hiç kimsenin de olmamıştı, olmadı ve olmayacak.”

Bunları yazan adamın duyguları buharlaşır mı?

6 Bazı zaman bir heves, sanki dünyanın tüm yükünü sırtlanırım gibi geliyor. Sonra, bir vakit sessizleşip, içime dönüyorum. Büyük hedeflerden sıyrılınca, ilkin kendinle samimi bir ilişki kurmayı başarıyorsun. Sindirerek okuduğum Eric Kandel’in “Belleğin Peşinde” adlı kitabını bitirmek üzereyim. Biyologlar bilimsel bir meraklı iz sürmekteler, ben romancı dürtüsüyle düştüm yola. Aylardır farklı kaynakları da okuyarak bir kapı aralamaya çalışıyorum. Şimdilik edindiğim en önemli bilgi, belleğin çalışkanlıkla geliştiği yönünde. İnsan geçmişin sıkıştığı çuvalın ebatlarını bilmek istiyor. Ne sığar, ne sığmaz diye…

Eski bir dostla oturup söyleşeceği zaman insan ürker, acaba aynı anılar anımsanmakta mıdır örneğin, belki iki zihin farklı tercihler yapmıştır ya da aynı olaylar farklı görüntülenmiş olabilir. Daha kötüsü, dil farklılaşmış, öncelikler değiştiği için, tamamen isim benzerliğine indirgenmiş bir tanışıklık olabilir. Bellek önemli: Anımsamak ve unutmak için…

Evde insan dışı bir canlının varlığı, kibri azaltıp, yaşamı farklı pencerelerden de ölçmeye yarıyor. Sorumluluk, eğer gönüllü edinilirse mutluluktur. Gece kalkıp Dobi iyi mi, diye bakıyorum. Ardından penceremden dışarı göz gezdirip İstanbul’un sokak köpeklerine bakıyorum. Zor koşullar içinde yaşam savaşı veren hayvanları hiç böyle görmemiştim…

Farklı kaygılar, görüntüler, duygular, şekiller içinden süzülüp, belleğime gönderiyorum… Tuhaf ki ne tuhaf…