“Ben” işte orada çıktı karşıma. Şehirler arası bir otobüsün karanlık camına yansıdığında. Yirmi bir numaralı koltuğa oturdu. Ben de içine oturdum. Sığıştım nihayet. Dışında ne varsa vardı, ne olacaksa olsundu…

‘Ben’

Eren Tümer

Yola çıkarken bu işin nerelere varabileceği hakkında etraflıca düşündüğümü hatırlamıyorum. Gözlerimin önünde her gün el değiştiriyor içine sığışmaktan başka bir işime yaramayan gövdem. İçinde bir yerlerde kendimi sakladığım “Ben”… El değiştiriyor günde bir, haftada altı gün. Bir gün dinleniyor… İçinde sıkışıp kaldığım her fırsatta göç ediyorum. Bir et parçasının, içine sığındığım boşluğu kimi zaman nazikçe, kimi zamansa düşmanca dürtüklediği, delik deşik ettiği her fırsatta… Dar, toprak bir yola giriyorum. Ardıç ağaçlarının arasından geçip başakların arasında yürüyorum. Uzun geniş bir dere uzanıyor tarlanın az ötesinde. Bir yanı hafif eğimli toprağa uzanıp göğe dikiyorum gözlerimi. Sesleri duymaya çalışıyorum. Rüzgârın uğultusunu işitiyorum. Bir köpeğin inlemesi gibi ince, tiz bir ses var kulaklarımda. Sonra epeyce uzakta soluyan birinin boğuk ve kalın hırıltısı giriyor kulaklarımdan… Terlemeye başlıyorum. Dere taşıyor. Önce bacaklarıma sonra daha yukarı ve sonunda her yanıma… Boğuluyorum… O durmadan değişiyor… Göçüm muğlak ve işin aslı zihnimin sınırlarında.

“Ben” dediğimse hâlâ bir kavrayıştan diğerine deviniyor. Bir avuçtan rutubeti bol başkaca bir avuca. İşin aslı “Ben” pek de bir yere varmış değil henüz. Sanki çorak bir toprak üzerinde çıplak ayaklarıyla bir sağa, bir sola koşturuyor. Bir yere varır mı? Orası da bilinmez…

Bir bavul. Yarısını bir türlü sığışamadığım evimdeki boşluğun doldurduğu -orta boy- bir bavul. Kalan yarısı da üç beş paçavra. Koşarak çıktığımı hatırlıyorum… Bu işin nerelere varabileceğini düşündüğümü de hatırlamıyorum. Çare arayan aklıma tecavüz etmiyor mu avludan gelen davulla zurnanın kurnaz düeti? Ediyor… Hem de ne ediyor… Bir de her biri başka renk çıplak ampüllerin altında oynayanların bağırtıları. Kahkaha bile attıkları oldu. Duydum… Birkaç el de silah sesi… Vızıldadı göğü yarıp geçen kurşun. Tırmanabildiği en yüksek noktadan sonra tükenecek. Bir yerde düşecek…

Benim gibi… Bir şeyleri yarıp geçmek istedim. Tükendikten sonra görünmez, bilinmez, aranmaz, sorulmaz ve kurumuş bir yere düşüp toprağa karışmak. Bu karmaşada nasıl düşünecektim bu işin nerelere varabileceğini…

“Ben” işte orada çıktı karşıma. Şehirler arası bir otobüsün karanlık camına yansıdığında. Yirmi bir numaralı koltuğa oturdu. Ben de içine oturdum. Sığıştım nihayet. Dışında ne varsa vardı, ne olacaksa olsundu…

Ne olacaksaydı o oldu. Düşünemedim… Şimdi avuç avucum. Avuç avuç alınabilen bir “Ben” içinde sıkışıp göç eden bir ruh… Dışındaysa kat kat olmuş her yüzü ayrı fakat her yanı aynı bir dünya…