Yağmurlu bir gündü. Mezarlığın hemen girişindeki bekçi kulübesinde oturmuş açık televizyondan öğle haberlerini izliyordum. Odanın içinde yanan katalitiğin önündeki çaydanlıktan buhar yükseliyordu ve ince bir ses çıkarıyordu

Ben bir mezarlık çiçekçisiyim

SİNEM SAL- @sinemsal

Ben Yusuf. 13 yaşındayım ve mezarlık çiçekçisiyim. Dünyanın en çok çiçeği mezarlıklarda olur. Ama insanlar, ölülerine, kök salmayan çiçekler almayı tercih etmezler. Bunlar dirilere yakışan davranışlardır.
Kış günlerinde çiçek alan çok almaz. Aslında bu mezarlığın geleni gideni de çok değildir. Bayram günleri haricinde birkaç insan ya gelir ya gelmez. O yüzden kışın en sert günlerinde ve bazı soğuk havalarda, mezarlığın bekçisi Hamdi Abi, mezarlığı bana emanet eder. Bütün gün mezarlığı kollarım ben de. Şansım varsa, çiçeklerimden satın almak isteyen bir ziyaretçi gelir. Ama olmasa da Hamdi Abi, günün sonunda bana 20 lira verir.
Yağmurlu bir gündü. Mezarlığın hemen girişindeki bekçi kulübesinde oturmuş açık televizyondan öğle haberlerini izliyordum. Odanın içinde yanan katalitiğin önündeki çaydanlıktan buhar yükseliyordu ve ince bir ses çıkarıyordu. Gri çoraplarımın uçları ıslaklıktan dolayı koyu bir renk almıştı. Çıkarıp katalitiğin üstüne koydum. Uçlarını aşağı doğru bükerken, camdan gelen sese doğru döndüm. O kış, en yakın arkadaşım olacaktı gördüğüm yüz. Başörtüsünü sıkıca, çenesinin altında sıkmış ve başına, kırmızı bir bere geçirmiş, incecik ve aşağı doğru sarkık gözleriyle bana gülümsüyordu Aysel Teyze. Çıplak ayaklarımı nemli botlarımın içine sokup hızlıca kapıyı açtım. Yağmur yağıyordu. “Buyrun teyzecim,” dedim “böyle gelin, içeri…”
Ağzından çıkan kelimeler arasında saniyelerce susuyordu. “Yok evladım,” dedi “sen beni Hakkı’nın mezarına bir götürsen ya… Bulamam ki bu yağmurda.” Kapının hemen yanında duran yeşil, naylon şemsiyeyi aldım. Birlikte yürümeye başladık. “Aslında isim listesine göre, mezarlığın bir resmi vardı da… Hamdi Abi o dolabı kilitliyor. Hamdi Abi buranın bekçisi. Soyadı neydi Hakkı Abi’nin?” Durdu. Geldiğimiz yola doğru başını çevirip düşündü. “Bilmem,” dedi “tam hatırlayamadım ki ben.” Yürümeye devam ettik. Sağlı solu en fazla dört sıra halinde dizilmiş olan mezar taşlarını okuyordum ona. Ağaçların altında uzanan yolu bitirdiğimizde iki Hakkı ile karşılaşmıştık. Ama ikisinin yaşı da Aysel Teyze’nin tarifine uygun değildi. Mezarlıktan çıkarken, gözlerime bakıp elimi tuttu. Teşekkür etti. Ne demekti canım? Lafı mı olurdu. Mezarlık gezivermiştik alt tarafı.

Aradan birkaç gün bile geçmemişti. Belki de hemen ertesi gündü. Şimdi hatırlayamıyorum. Aysel Teyze yine gelmişti ve sonra yine… her gün. Her seferinde bir başka ismi arıyorduk. Ayşe, Minnet, Gülizar, Rahmi… bitmiyordu. Bir gün savaşta ölen torununun peşine düşüyorduk, bir diğer gün ise kanserden ölen annesini arıyorduk. Şubat ayı gelmişti ve mezarlığa uğrayan tek bir insan bile kalmamıştı. Kıpırtısız ve mevzusuz yatan ölülerin arasındaki tek heyecanım Aysel Teyze’nin, belki de Hamide Teyze’nin, kim bilir Selvinaz Teyze’nin bilemiyorum, her gün mezarlığa gelmesiydi. Sabahları aldığım simit sayısını ikiye çıkarmıştım ve her gün bir temiz bardağı da ona ayırıyordum. Önce birlikte mezar arıyorduk. Sonra, eğer bulduğumuza inanırsak, bir mezar taşının önünde, ellerimiz önümüzde öylece duruyor, yabani otlarından mezarı ayıklıyorduk. Hatta içimizden gelirse ağlıyorduk bile. Hüngür hüngür… beni nasıl bıraktın Sait’ten oy nerelerdesin İlyas’a kadar uzanan yolu bir çırpıda gidiyorduk. Havalar soğuktu. Çok ağlayamazdık.
Sonra kulübeye geliyordu. Katalitiğin önünde ısınmış olan simitleri bölüşüyorduk. Bir gün açık çay içiyordu. Öteki gün, demli çay istiyordu. Bazı sabahlar susam mideme dokunur derdi, ayıklatırdı bana susamlarını simitin. Bazı günler masanın üstündeki susam tanelerini parmağıyla toplayıp yerdi.
Bana kalırsa herkes, bunayarak ölmeliydi. Bu dünyadan hiçbir şey hatırlamamalıydı. Burası bir acı gezegeniydi. O yüzden insan, öldüğünde gözlerini kapatırdı. Daha hiçbir şey görmesindi. Buncası yeterdi. Artardı. Ölülerin gözleri bu yüzden kapalı olurdu.

Bir sabah oldu. Gelmedi Aysel Teyze. Ben içerideydim. İki simit almıştım. Biri bayatladı. Sonra biri daha… en az on simit bayatladı. Kuşlara vermek için pencerenin önüne döktüm. Yoktu. Sanki bütün canlılar, buraları terk etmişti. Kıştı. Soğuktu. Hiçbir şey yoktu. Hiç kimse de. Camın kenarında biriken kupkuru simitlerin üstüne kar yağdı. Sonra o karlar eridi. Bayram günü, Hamdi Abi geldi. Mezarların otlarını temizledik. Lokum çıkardık kapının önüne. Çeşmenin altına su bidonları koyduk. Ölülerimizi hazırladık. Ziyaretçiler geldi. Bidon bidon su taşıdım mezarlara. Aysel Teyze’nin kocası olduğunu söylediği Remzi Dede’nin mezarına taşıdım bir bidon suyu. Gerçek torunları gelmişti. Dualarını ediyorlardı. Yaşlıca bir teyze de mezar taşına oturmuş, elindeki kitaptan Yasin okuyordu. Aysel Teyze, belki de başka mezarlıklardaki ölülere sahip çıkıyordu artık. Belki de bu dünyadaki görev, ölüleri yalnız bırakmamaktı. Ya da kendisi o kadar yalnızdı ki…

Boş bidonla, kulübeye doğru yürüdüm. Çok yalnızdık. Bu dünyada, öyle yalnızdık ki dua edecek, bir ölümüz olsun istiyorduk. Gidelim. Gittiğimizde onu yerli yerinde yatıyor bulalım. Yabani otlarını koparalım yatağının. Başına çam ağacı dikelim. Üstüne çiçekler saplayalım. Bir ölümüz olsun bari diyorduk. Hiç değilse, dinler bizi.