Dünyada anlayamadığım şeylerden biri, Oğuz Atay’ın o ilk dönemde anlaşılmaması, dahası, çoğunlukça beğenilmemesidir

“Ben buradayım sevgili okuyucum...”

Sonunda kırk yılı bulmuşuz, Oğuz. Tüketici bir hızla... Hiç utanmadan böyle şeyler kolladığımı görsen, salonun lambasını tam da masanın ortasına denk getirmeye çalışan biri muamelesi ederdin bana herhalde. Böyle itinalara dudak büken, burun kıvıran bir yazar bulmuş olmak beni ne kadar mutlu etmişti oysa. Bir bu, bir de “-mış gibi yapmak”!

“-Herkes geçer diyor. Geçer mi Olric? Herkes ne bilir acımı? Herkes ne bilsin acımızı? Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan..”

“....iyiymiş gibi yapmak”, sonunda yıllarca her vesileyle (bazen de vesilesiz olarak) kullandığım “-mış gibi yapmak”la tamamlanıp kendini bulmuştu. Demek istediğim, Oğuz Atay’ın iki Tutunamayanlar kitabıyla, daha çok da birincisiyle kurduğum ruh kardeşliğinden (dünya ahvaline, karakterlerine bakış, çarpıcı küçük ayrıntılar) el’an kurtulmuş değilim. Hiç de kurtulmak istemem, doğrusu.

Kırk yıla gelince, aslında bu yıllar Atay’ı ilk kez, kitabının yayınlanmasıyla aynı zaman diliminde okuyan bizlerle taze hayranları arasına da bir mesafe koyuyor. “Tutunamayanlar” birinci cildini elime alışımı hatırlıyorum. Sinan Yayınevi’nin sahibi, edebiyatı gerçekten seven, “Her dosta bir kitap, her dosttan bir kitap” şiarının pek faydasını görmese de yüreği pek bir yayıncı olan Hayati Asılyazıcı, Oğuz Atay diye bir yazarın 1970 TRT Ödülü kazanan kitabını 1971 Aralık’ında basmıştı. TRT ödülü falan ama, ondan başka ilgilenen de, basmak isteyen de çıkmamıştı. Ödül pek önem verilen bir ödül değildi, kitap tuhaftı, bir de çok kalındı. Her neyse, önce yeşil otlar arasında yatan genç bir hanımı gösteren kapak, ikinci ciltte de pembeli bir kapakla elimizdeydi işte: “Tutunamayanlar”!Tutunamadı, hatta yazarını başlıktaki cümleyi kurmaya itti.

O zamanlar gazeteler Cağaloğlu’nda, Bab- âli’deydi. Kemal Bisalman’ın Yeni Ortam gazetesi vardı, 75 sonunda Politika (ilk gazetem), bir de Numan Esin’in Vatan’ı... Hepimiz aynı yerdeydik (Tercüman hariç). Selahattin Hilav mıydı Oğuz’u bana tanıştıran, tam olarak hatırlamıyorum. Bu arada kitabı okumuş ve çok sevmiştim. “Alaman Japonu” lafıyla bir müddet, küçükken sapsarı saçları olan Kutlu’ya takıldığımı hatırlıyorum. Süleyman Kargı, belki de kitapta en sevdiğim karakterdi: “Sir Solomon Sphere’di adının İncilcesi / Süleyman Kargı dosttur Türkçe’ye tercümesi.” Selim, “Tehlikeli Oyunlar”ın Hikmet’iyle tanışana kadar idealim, üzerine titrediğim kardeşimdi. Olric’i de severdim. Eh, öyleyse Turgut’u da. Oğuz Atay’ın iki Tutunamayanlar kitabıyla, daha çok da birincisiyle kurduğum ruh kardeşliğinden (dünya ahvaline, karakterlerine bakış, çarpıcı küçük ayrıntılar) el’an kurtulmuş değilim. Kurtulmak da istemem, doğrusu.

Dünyada anlayamadığım şeylerden biri, Oğuz Atay’ın o ilk dönemde anlaşılmaması, dahası, çoğunlukça beğenilmemesidir. ““Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum,” demişti bir kitabında. Oysa yanılmış, çünkü kitapları asıl 1984’teki İletişim baskısından sonra okundu, sevildi. Genç yaşta öldüğü için mi acaba? Öyle değildir herhalde. Belki daha sonraki nesiller onun yazdıklarını anlamaya, Atay’ın hakkını vermeye daha yatkındı, kim bilir?

Ortaokul yıllarından beri dünya edebiyatıyla tanışmış, çok geçmeden haşır neşir olmuş bir çocuktu. Bizim dönemimizde aile büyüklerinin de pek sevdiği Milli Eğitim Bakanlığı Batı klasikleri serisinden çıkan kitapları okumuştu. Gözde yazarı Dostoyevski’ydi. İnsanların onunla aralarına mesafe koymalarının bir nedeni, lafını esirgemeyen, düşündüğünü söyleyen biri olmasıydı belki. Bir de, biraz fazla zeki ve içe kapanık olması. Hadi, birini sineye çektik diyelim. Ama ikisi bir arada biraz fazla gelmişti.

Babanın milletvekilliğiyle İnebolu’dan Ankara’ya taşınan aile, Oğuz İTÜ’yü kazanınca da İstanbul’a göçtü. Oğuz, Marksizmle o sıralarda tanıştı. Bir edebiyatçı çevresine dahil oldı. En önemlisi de, Tutunamayanlar’ı yazdı ve ilk olarak Vüs’at O. Bener’e okuttu. Kendisi de okur ilgisinden uzak kalmış, derinlik sahibi bir yazar ve çok zeki biri olan Vüs’at, Oğuz’da aradığı genç dostu bulmuş olsa gerek. Oğuz ise, kitabı okutsa da onun eleştirilerine kulak asmadı. Neyse ki sonra biraz kısalttı, biraz değiştirdi ve 1970 TRT Roman Yarışması’na yetiştirdiği gibi, ödülü de aldı. Ama Hayati Asılyazıcı ortaya çıkana kadar bastıramadı. Kitabın yayınlandığı dönem, bizim Oğuz’u tanıdığımız dönemdir.

Karakterlerinin cazibesine sahipti bence, “Tutunamayanlar” ise, gerçekten de daha önce benzerini görmediğimiz bir şeydi. Arkasından, benim en sevdiğim Oğuz Atay romanı olan, daha ustalıklı, daha yürek burkucu “Tehlikeli Oyunlar” geldi. Sonraki kitapları; Mustafa İnan biyografisi, “Oyunlarla Yaşayanlar” oyunu ve hikâyelerini toplayan “Korkuyu Beklerken”i de severek okumuşumdur. Ama benim için bir numara, hatta bir dönemin en iyi kitabı, “Tehlikeli Oyunlar”dır. Hikmet, ufak bir çalımla Selim’in önüne geçmişti. “Daha erken ama yoruldum albayım,” diyordu. Hiçbir şey yapmak istemiyordu. Eh, niye yapsın ki? Ne de olsa, “Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.”

Oğuz Atay’ın hâlâ tek olduğunu düşünüyorum.