Seçim sathı mailinde siyaset, iyiden iyiye sahte kabadayılıkların ve kişisel şovların sahne aldığı bir gölge oyununa dönüştü. Saray rejimine “muhalif” olanların bir kısmında ciddi bir “tek adam” deformasyonu var. Liderlik ile tek adam olmak, örgütlü mücadele insanı olmakla kof kahramanlığa soyunmak birbirine karıştırılmış durumda. Her hal ve şartta yüksek perdeden konuşmayı marifet zanneden, parmak sallayan, söz düellosunu siyasetin yerine koyan siyasetçi profili, yurttaşı seyirci konumuma iterek zaten daralmış politik katılımın dibine kibrit suyu döküyor. “Ne güzel laf soktu” üzerine kurulu anlık ferahlama, sahici bir siyasi eylemin barikatına dönüşüyor.

***

Muhalefetin popüler isimlerinin söyleminde farklı dozlarda “ben” var. Kılıçdaroğlu ve Akşener en gür sesle “ben” diyor, Yavaş sessiz ve derinden “ben” diyor, İmamoğlu “mütevazı” edayla “6’lı masanın en çalışkan neferi” olacağını söylediğinde de aslında “ben” diyor. Trajikomiktir, bu kadar çok birinci tekil şahıs vurgusunun dolaştığı bir siyasi atmosferde, yurttaştan güçlü bir “biz”in varlığına inanması bekleniyor. Kayıkçı kavgasını görüp umudunu yitiren, zihninde soru işaretleri beliren yurttaş, nasıl olacak da seçime kadar yaşanacak türbülanslardan savrulmadan çıkabilecek? Bu sorunun cevabı Meclis muhalefetinde yok.

AKP ve MHP’de liderler ile parti örgütü arasında karşılıklı bir ilişkinin mevcut olmadığını uzun zamandır biliyoruz. Parti teşkilatlarının Erdoğan ve Bahçeli’nin karar alma sürecine etkisi neredeyse sıfır. Zira ortada gerçek anlamda birer parti yok; şahısların oyun sahasına dönüşmüş siyasi yapılar var. Türkiye’ye demokrasi getirme vaadindeki muhalefetin, iktidar blokundaki “şahsımın mülkü olarak siyaset” anlayışından farklı bir zihniyete sahip olması beklenir. Ancak orada da en önemli kararlar genel başkan ve etrafındaki kerameti kendinden menkul bir avuç danışmanla alınıyor. Partinin yetkili organları bu kararları uygulama aşamasında öğreniyor. Hal böyle olunca tutarsızlıklar, savrulmalar, çelişkili açıklamalar birbirini izliyor.

Muhalefetin muhtemel CB adaylarından her birinin kendileri için açıktan ya da gizli çalışan ekipleri ve taraftarları var. Bunların bir bölümü parti içinde bir kısmı ise medya ve üniversitelerde. Kendi adaylarının neden CB olması gerektiğini anlatmak için 40 takla atıyorlar. Kemal Bey, 6’lı masanın mimarı olarak CB olmalı diyenler, masa durdukça Erdoğan’ın karşısına kim çıksa kazanır argümanını savunuyor. Kılıçdaroğlu’nu istemeyenlerden bazıları ise mezhep kartını çaktırmadan ceplerinden çıkarırken bazıları da “en çok oyu alacak aday gerekli” diyerek CHP liderinin bu kategoriye girmediğini ima ediyorlar. Kemal beye itiraz edenlerin aday olarak görmek istedikleri ya Ankara ya da İstanbul Belediye Başkanı.

İşin ilginç yanı, medya ve akademide CB adaylarından biri için argüman üretenlerin de kendilerini birer “kahraman” sayması. En “dobra”, en “cesur”, en “öngörülü” onlar… Kendi çıkarlarını kahramanlık perdesi arkasına saklayıp yıllardır hiçbir kişisel menfaat gütmeden iktidara kafa tutanlara ders verme cüretini kendinde görüyorlar. Örgütlü mücadeleden uzak durarak ve fakat köşe yazısıyla, akademik makaleyle ya da sosyal medya performansıyla siyaseti dizayn edebileceğini zanneden bu zamane “kahramanları”, “ben” diyen liderlerle aynı gölge oyununu sürdürüyorlar. Toplumsal talepleri soğuran, siyaseti seçkinler arası rekabete indirgeyen bu yaklaşım, iktidarın siyaseti kurgulama şeklinden çok da farklı değil.

***

Türkiye’nin Saray rejiminden kurtulma mücadelesinin “ben(ler)” üzerine inşa edilebileceğini düşünen her kim varsa büyük bir yanılgı içinde. Politik liderlerin işlevsiz olduğu anlamına gelmiyor bu, liderliğin örgütlü bir toplumsal mücadelenin içinden ve onun denetimine açık bir biçimde şekillendiği durumlarda belirli bir fonksiyonu vardır. Ancak bu fonksiyon siyasal dönüşümün yeteri şartı değildir. Yalnızca önemli bir unsurdur, asıl güç toplumsal muhalefetin dinamizmdir.

2023 dönemecinde Türkiye’deki tüm ilericilerin, halkın içi boş kahramanlıklardan medet ummasına mani olan, salt sandığa kadar olan süreci değil ondan sonrasını da gözeten ve yurttaşların politik katılım kanallarını çeşitlendiren birleşik bir mücadeleyi örmek gibi bir sorumlulukları var. Geçim sorunu, laiklik, göçmen problemi gibi ana akım siyasetin teğet geçtiği meseleleri asli mücadele başlıkları haline getirmek hem Saray rejimine hem de tutucu bir restorasyona verilebilecek en anlamlı politik cevaptır.