Bir kış sabahı, yarıyıl tatiline, yine radyodan taşan o küçük, oyuncu insanların sesleriyle uyandım. İnsan dünyaya sadece oyun oynamaya gelir. Hikâye anlatmak da, dinlemek de bu yüzden gereksinimdir ve keyiflidir

Soğuk günler. Hem hava soğuk, hem gündem… Bazen çaresizlik öylesine büyür ve yaşam sevincini çalar ki insanın, ne yapacağını bilemez. Ev dar gelir. Oysa gece el ayak çekilince, alabildiğine tenhalaşır odalar. Aysız gecelerde, bir karanlık çöker, uçsuz bucaksız kar beyazı ürkütücü olmaya başlar. İnsan sokak köpeklerinin korkutucu inlemelerine, ulumalarına kulağını tıkamak ister. Esasen dinmeyen içindeki sestir. Önce mutlu bir gülümsemeyle aşağı inişine bakarsın kar tanelerinin, sonrasında, neredeyse bir okyanus gibi uzayan o beyazlıktan kör olur insan. Soğuk kış gecelerinde, odalara sığamaz kişi; kimileyin dışarıda dinmeyen rüzgâr sesi, çoğunlukla içinde biriken dağ gibi yalnızlıktır uykusuz bırakan.

Uzun süren kışlarını yaşadım İstanbul’un. Geçen gün şekere bulanmamış, bol tarçınlı ve iç ısıtan salep bulunca anımsadım yine çocukluğumu, soba üstünde pişen kestaneyi. Biz kaloriferli evdeydik, teyzemlerde soba vardı… Hem bizi ısıtırdı emektar soba, hem çamaşırları kuruturdu, hem de eğlence akşamlarının vazgeçilmeziydi. Mısır patlatmak onda, kestane pişirmek onda, dev cüsseli gövdesiyle ürkütücüydü bir yanıyla, ama tuhaf bir saygınlığı da vardı işte. Şimdi ne odun, ne kömür biliyor çocuklar. O yokluk zamanlarında, uzun; kıyma, et, yağ kuyruklarını anımsıyorum. Mazot sıkıntısında, buz gibi olurdu kalorifer petekleri, evi ısıtıp, yaşam veren o boğumlara, dokununca buz keserdi ellerini insanın.

Kışın nasıl geçeceğini hava tahmincilerinden öğrenmiyorduk o zamanlar. Anneannemin romatizması yeterince fikir veriyordu başımıza gelecek olana dair. Islatılmış odunlar, kalitesiz kömürler, çarşı pazar kavgası arasında, itiş kakış geçiyordu kış. Çocukluk, kış, evin anne sıcağı taşan kokusu ve radyo; hep bir anda gelir usuma yerleşir. Okulun tatil edilmesiyle, sıcak yorgan içinde bir kedi keyfiyle oynaşmak başlar. Demli çayın kokusu, kızarmış ekmekle birleşir; bir çağrıdır bu. Anne iş için erkence yola koyulur, hasta baba hırıltılı uykusuz geçen gece ardından zorla erişir sabaha, küçük kız kardeşin eve yayılan o benzersiz gülüşü ve anneannemle benim ortak tutkumuz “Arkası Yarın”ın başlaması. Bellek ne garip…

ben-macera-aramam-macera-gelir-beni-bulur-111159-1.Yazan: Halikarnas Balıkçısı

Bir kış sabahı, yarıyıl tatiline, yine radyodan taşan o küçük, oyuncu insanların sesleriyle uyandım. İnsan dünyaya sadece oyun oynamaya gelir. Hikâye anlatmak da, dinlemek de bu yüzden gereksinimdir ve keyiflidir. Radyonun her evde baş tacı olması bundan! Hikâyecidir radyo. Bir sabah, o güzel müziği eşliğinde başladı yine “Arkası Yarın”. Eserin adını işittiğimde, sanki bir yelkenliyle, uçsuz bucaksız maviliğe açılıyordum odamda, sıcacık çocukluk yatağımda: “Aganta Burina Burinata” diyordu tok ses. “Yazan: Halikarnas Balıkçısı” dedi ardından…

Balıkçı’yı ilk işitmem budur. O yıllarda, babamın işi için gittiğimiz Bodrum’da daha sık işitir oldum bu ismi. “Turgut Reis”te bir teknenin dümenine beni oturttukları vakit, içimden “Aganta Burina Burinata” dediğimi anımsıyorum. Bellek, bazen en uzak yerinden bulur çıkarır hikâyeleri geçmişten. İç içe geçmiş odalardan oluşur zihin; birinden diğerine mutlaka gizli bir geçiş vardır. Yıllar sonra, bu kez ortaokul döneminde, uzun süren bir kış tatilinde, evde kırk derece ateşle yatarken, artık kitapların dünyasını keşfetmiş bir genç adam olarak, annemden çeşitli kitaplar sipariş etmiştim. Balıkçı’nın kitapları en baştaydı.

Balıkçı tiyatroda!

Ne tuhaf bellek, dedim ya, ardı ardına aralanır kapılar. O zamanlar “Cumhuriyet Kitap Kulübü” vardı. Hemen üye olmuştum ben de, pek çok genç okur gibi. “Çerçeve” adında, saygın ve boyutlu bir de dergi çıkardı. Yıllar sonra yazar dost Öner Ciravoğlu’ndan dinledim hem derginin, hem kulübün hikâyesini ayrıntılı. Akşam kitaplar gelince, nasıl büyümüştü içimde sevinç, odalara sığmayacak o heyecan. Ustam Feridun Benden’le dersler yapıyorduk. Tembel öğrenciydim, inatçı hocam vardı. Nasıl olmuşsa olmuş, bir meyhane ahbaplığı sonrası Balıkçı’nın yaşamını tiyatro oyunu yapmaya karar vermişti ustam. Kitaplarımı bir süre ödünç aldı…

Bu kar günlerinde, uzun yıllar ardından, yeniden okumaya koyuldum Halikarnas Balıkçısı’nı. Ruhumun sürgünlüğünü düşündüğümden belki! Umutsuz, kahırlı memleket gündemine isyanımdan kim bilir! “Ötelerin Çocukları”nın sayfalarını karıştırırken, Feridun Benden’in notlarını buldum. Ne çok benziyor çalışma biçimimiz meğer. Sadece onun kavrayacağını sandığı küçük notlar almış kâğıtlara. Elbet bilir, benim şifreleri çözeceğimi.

Kaderlerine sürgün çıkar

“Mavi Sürgün” anılarının bir kısmıdır Halikarnas Balıkçısı’nın. Zekeriya Sertel’in “Resimli Ay” dergisinde yazdığı bir yazıdan ötürü İstiklal Mahkemesi’ne çıkar Sertel ve Balıkçı. O mahkemeye çıkıp, kellesi uçmayan pek yoktur. Dava uzun, acılı bir süreç; nihayetinde paçayı kurtarır iki yazar ve ölüm yerine sürgün çıkar kaderlerine! Biri Sinop’a gider, öteki Bodrum’a. Kalebent olarak ceza almışlardır. “Kalebent” tam tarifi yapılmamış bir tutsaklık biçimi. Bir yoruma göre; Balıkçı Bodrum’a gidecek ve kale içinde çekecektir cezasını. Diğer yorum, ilçe sınırları içinde özgür dolaşabileceği yönündedir. Bereket talihi yaver gider bu kez yazarın. Sürgün diye geldiği Bodrum’da, bir cennete kavuşmuştur Balıkçı!

Bodrum’u kim tanıttı?

ben-macera-aramam-macera-gelir-beni-bulur-111160-1.

Bugün Bodrum diye bir diyar varsa, elbet herkes bilir ki, burada en büyük pay Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya aittir. Çiçeklerinden tutun, halkının kültürel zenginliğine, bu beldenin dünyaya tanıtılmasına dek büyük emeği vardır Kabaağaçlı’nın. Sonrasında Azra Erhat’ın “Mavi Yolculuk” olarak kitaplaştırdığı ve bugün artık herkesin bildiği o benzersiz turu başlatan da Balıkçı’dır. Anadolu efsanelerinin bilinmesi, yayılması yine usta yazarın emeğidir. Son eşinden olan kızı İsmet’in “Akın Akın Anılar” kitabında ayrıntısıyla yazılıdır Bodrum’un o güzel günleri. Ölümünde binlerce Bodrum yerlisinin omuzunda o çok sevdiği toprağa gömülme töreni de hala okuyanı duygulandırır. Para işlerinde pek başarılı olmayan; esasen Robert Kolej okumuş, dünyayı görmüş geçirmiş, pek çok dil bilen bir bilgedir Balıkçı ve gizli bir sırrın da sahibi.

“Kabaağaçlı”lar Osmanlı ve cumhuriyetin kesiştiği, soyu derinlerde bir aile. Sanatçılarla dolu. Füreya, Fahrünissa Zeid, Aliye Berger, Şirin Devrim hep bu aileden. Giz dediğim, baba Şakir Kabaağaçlı ve oğul Cevat’ın arasında geçen bir olay. Afyonkarahisar’da bir gece, ailenin kimi fertlerinin de bulunduğu çiftlikte, bir cinayet işlenir. Ölen baba Şakir Beydir. Tetiği çeken oğul Cevat! Nermidil Erner Binark “Şakir Paşa Köşkü” adlı anı kitabında ailesinin izini sürmüş, bize türlü bilgi vermiştir. Ona göre Cevat Şakir babasını öldürmüş bir katil ve iyi yazar olmasının bu gerçeğin üstünü örtme olanağı yok.

Olay tam olarak aydınlığa kavuşmamış olsa da, Cevat Şakir’in ilk eşi, İtalyan Aniesi ile babası arasında bir aşk olduğu için çıkan tartışmada bu cinayetin işlendiği, söylenir. On dört yıl ceza alır Balıkçı ve yedi yıl sonra afla çıkar. O günden sonra da bu konu bir daha açılmaz, kimse de soramaz. Ölene dek, ilk eşinden olan kızı Mutarra’nın hasreti büyür yüreğinde. Bodrum’da en iyi dostlarının deniz insanları olmasının bu hasretle, bu ruh sürgünüyle, büyük acıyla ilgisi olsa gerek.

Sonsuz düşünceye daldı

Halikarnas Balıkçısı ağız dolusu “Merhaba” demesiyle meşhur. Bana öyle gelir ki, içinden geçtiği, o karanlık sürecin ardından Bodrum’da, teknesini bir kıyıya çekmiş ve sanki sonsuza dek sürecek derin bir düşünceye dalmıştır. Çok sevdiği teknesinin adı “Yatağan”dır. Bugün Muğla’da bir ilçeye ad olmuş, büyük bir sevda. Gün gelip, ayrılmak zorunda kalınca Bodrum’dan, direğini okşayarak, sevgi sözcüklerini kulağına fısıldayarak ayrılır “Yatağan”dan Balıkçı!

Eski dostlarının kimi ölmüş, geride kalanlar “gel, yeniden buluşalım” demişlerse de, “Merhaba”nın sahiciliğini korumak için dönmez Bodrum’a Balıkçı! “Çünkü bir mevsimde bir ağaçtan bir kiraz tadarsınız, tadı damağınızda kalır. Ertesi mevsim ağaca yine uğrarsınız. Bir mevsim önce tadına doyamadığınız kiraz, onu kopardığınız dalda yoktur. Ya ağaç, ya siz ya da ikiniz değişmişsinizdir. Ben ağzımın tadını kaybetmedim. Belki onlar kaybetmişlerdir. Rahatsız etmek istemem.” diye yazar Balıkçı. Şiirdir bu şiir…

ben-macera-aramam-macera-gelir-beni-bulur-111161-1.Tutkuyla göçtü aramızdan

Bazı inanların yaşamı romandır sahiden. Halikarnas Balıkçısı aklında, ruhunda taşıdığı tutku ve sırlarla göçtü aramızdan. Azra Erhat’ın “Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı” mutlaka okunmalı. Eğer bir gün o maviliğe açılacaksa insan, Balıkçı’nın esintisini hissetmiyorsa, boşunadır yolculuk. “Artık bütün yelkenler rüzgârla dolmuştur. İşte o zaman, son emir, yani ‘Aganta burina burinata’ kumandası verilir. Kayık şarıl şarıl rüzgârın gözüne işler. Ben bunu söyleyince, elinde kadeh beklemekte olan Halil Usta, kadehi parlattı. Bana, ‘Son olarak verilen kumandayı olanca sesinle gene bağır’ dedi. Ben de ciğerimi doldurarak olanca sesimle ‘Aganta burina burinata’ diye haykırdım.”

Hava kararmaya yüz tuttu. Evde yeni tutunduğum divanımdan kopamıyorum bir türlü, aralanmış penceremden insanları arıyorum. Ne odun sobasının sıcağı var, ne “Arkası Yarın”dan ellerini uzatıp, yanağıma değip geçen o güven veren ses! Yelkenimi açıklığa doğru, rüzgârla, o bitmez tükenmez yaşam direncinin rüzgârıyla doldurmak için ilk komutu, “Aganta”yı bekliyorum yeniden!

Bir “Tavan Arası”nda kendimle sohbetteyim.