Deli, “ben ne deliyim ki” diye söze başlayan, gerçekleri bir bir ifşa eden Roterdamlı Erasmus’un anlattığı gibidir; “Onun ruhunda ne varsa yüzünde de o yazılıdır, ağzı da bunu gizlemeden söyler.” İşte böyle; delilik ne soyanlara, ne susanlara yakışır. Midas’ın kulaklarını bağıra çağıra söyleyenlerdir deli olanlar.

‘Ben ne deliyim ki...’

Belirtiler, işaretler, gözle görülebilen ya da perdenin arkasında kalsa da artık gizlenemeyenler tuhaf bir yüzyıla ya da ikinci bin yıla, girdiğimizi gösteriyordu. 2000’e çok az bir zaman kala, Sosyalist dünya, -sistem demek çok da doğru olmayacaktır, sosyalizme bir şey olduğu yok çünkü- Hitler belasının, Nazizmin, faşizmin alt edilmesindeki belirleyiciliğine karşın ağır, zamana yayılmış hatalar ve saldırılar sonucunda yıkıldı. Sonrası kapitalist emperyalist sistemin sevinç çığlıkları içinde geçmiş 15-20 yıllık toplu bir halüsinasyon dönemidir. Kısa süren bu sevinç çığlıkları, pek neşeli “İşte kesin zafer, sonu geldi tarihin, bundan sonrası yıkılmaz, yıkılmayacağı anlaşılmış sistemin hayat iksirini içmiş sonsuz gençlik çağıdır” diyen pervasız, şımarık neoliberal sayıklama ile birlikte tüm dünyayı saran bir deliliğe dönüştü.

Henüz bu çılgın dönemi atlatabilmiş değiliz. Ama işaretler belirtiler gözle görülebilen ya da perdenin arkasında kalsa da gizlenemeyenler, -bu yazının ilk cümlesini neden yinelediğimi anladın mı sevgili okur- saldırgan delinin elinin kolunun bağlanabileceğini, ona çok yakışacak deli gömleğinin giydirileceği günlerin yaklaştığını gösteriyor. Çember tamamlanıyor, çılgınlığın sona erdirilebileceği umudu yükseliyor, ama her zaman olduğu gibi deliliği kabul etmeyen deli, hep direnir.

GEZİYE-MÜZİĞE DÜŞMAN

Gelmekte olanı gören kimi akıllı deliler, “biz görmüştük gelmekte olanı” diyebilmek, kenara çekilmek, korunaklı bir pozisyon edinmek ya da açıkça saf değiştirmek için yoğun bir çaba içine girdiler.

Bu tablonun bir örneğini de kendi ülkemizde görüyoruz. Olup bitenlerin tanığıyız. Keşke yalnız tanığı değil, çemberi kapatabilecek öznesi de olabilseydik ama değiliz henüz. İşaretler, belirtiler, gözle görülebilen ya da perdenin arkasında kalsa da artık gizlenemeyecek olanları sıraladığınızda tanıklıkla özne olmak arasındaki fark da kendini kolayca gösteriyor. Üzülüyor musunuz bu duruma? Hep birlikte üzülmeliyiz ama daha çok düşünmek gerekmez mi?
Tanıklıklarımız az değildir; hepsini değilse bile en çok konuşulması, en çok utanılması gerekenleri sayalım. Gezi Direnişi'ni mahkemeye taşıyan “adalet” başka soruşturmalarda, davalarda da görüldüğü gibi bir çöküntü içinde. Davanın tek tutuklu sanığı Osman Kavala dile kolay 837 gündür Silivri’deki koğuşunda bu tuhaf, gerekçesiz, haksız hukuksuz tutukluluğun bitmesini bekliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “ivedilikle serbest bırakılması gerekir” kararı, “uluslararası anlaşmalar yasaların üstündedir” diyen Anayasa'nın 90. Maddesi’nin son fıkrasına göre uyulması zorunlu bir karar olmasına karşın uygulanmıyor. Hukuksuzluk açıkça ortadadır. Mahkeme bildiğini ya da kendisine bildirileni okuyor, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi susuyor.
Peki ya biz, bu tuhaf sürecin tanığı olmaktan başka ne yapıyoruz ki?

Tanınmış bir müzik grubunun Grup Yorum’un üyeleri açlık grevindeler. Ölümün kıyısındalar. Bir gizli örgütle bağlantılı oldukları iddiasıyla yargılanıyor, arada bir tahliye ediliyor, sonra yine tutuklanıyorlar, prova yaptıkları mekanlar basılıyor, müzik aletleri kırılıyor, parçalanıyor. Haklarında henüz bir mahkûmiyet kararı olmayan, yani hala masumiyet karinesinden yararlanıyor olmaları gereken, şarkılarını milyonlarca insanın bildiği, ezberlediği, söylediği, mırıldandığı ölümün kıyısındaki bu insanların uğradığı haksızlığın da tanığıyız. Ölümün kıyısındaki bas gitarist İbrahim Gökçek’in durumuna tanık olmaktan başka ne yapabiliyoruz ki?

SINIR ÖTESİNİ KIŞKIRTAN AMERİKALI

O insanlar ölümün kıyısında ve başka gençler de ölüyor bu arada. Emperyalist jandarmanın bir alt düzey elemanı sırf yarım yamalak Türkçe bildiği için Başkente gönderildi; ana mı dana mı bilinmez medyanın önünde timsah gözyaşları dökerek bizim gençlerimiz için “şehitlerimiz” diye şaklabanlık yaptı. Biz ise ülkenin sınırları ötesindeki, bu her an savaşa dönüşme riski taşıyan çatışmaların tuhaf gerekçelerine inanmasak bile öylece seyrediyoruz olup bitenleri. Bu durumun eylemsiz, suskun tanıklarıyız. Çocuklarımız yarın “siz ne yapmıştınız bunca çılgınlığa karşı?” diye sorsa ne yanıt vereceğimizi bilmiyoruz.

Başka bildiklerimiz, bilerek sustuklarımız o kadar çok ki. Sahtekar bir din adamının eski bir müftünün ülkenin her yerinde, her alanında nasıl örgütlendiğini, bir darbeyle eski ortağını devirip devlete el koymaya hazırlandığını anlatan, yazan, çizen bunca aklı başında insanı duymazdan gelmedik, FETÖ’cü bir savcının emriyle içeri atmadık mı? Eski ortakların uzun süre iç içe yaşamış, hep birlikte Cumhuriyeti sona erdirme planları yapmış olanların halini, ne olduklarını, kim olduklarını, neler yaptıklarını bilmiyor muyuz? Biliyoruz ama yüksek perdeden tehditler hâlâ bizi korkutmaya yetiyor, susuyoruz.
Sustuğumuz anlatmaya korktuğumuz çekindiğimiz bu nedenle tanık olmakta yetindiğimiz ne kadar çok gerçek var. Umutla bekliyoruz, bu karanlık sona ersin, kâbus bitsin laik demokratik cumhuriyet kurtulsun. Olur mu? Tanıklık kurtarır mı Cumhuriyeti?

DELİLİĞE METHİYE

İşaretler, belirtiler, gözle görülebilen ya da perdenin arkasında kalsa da gizlenemeyenler, bu yazının ilk cümlesini neden üst üste yinelediğimi anladın sen sevgili okur, yineliyorum çünkü her şey ortadaysa eğer, tanıklık bir işe yaramaz. Seyircilik bitsin artık diyenleri duymak gerektiğini onların haklı olduklarını biliyoruz da çılgınlığın, deliliğin sona ermesi için ne yapmak gerektiğini bilmiyor muyuz yani?

Belki o deliler, o çılgınlar kadar deli, onlar kadar çılgın olmak gerekiyordur. Bu yazının başından beri deli dediklerimin gerçekte deli olmadıklarını biliyorum ben. Onların yalnızca kendilerini düşündüklerini, ormandır, kıyıdır, havadır, sudur aldırmadıklarını, her yer beton olsun, iklim bozulsun, yeter ki bizim kasamıza girenler eksilmesin, yeter ki bir daha gezidir, parktır yüreklerimizi ağzımıza getiren korkutucu kalabalıklar olmasın diye efendimiz, kuşkusuz hizmetkarımız devletimiz, bizi korusun kollasın diye çabaladıklarını, hep düzenbazlık peşinde olduklarını biliyoruz. Bunun neresi delilik? Haksızlıkları, hukuksuzlukları, cinayetleri, ölümü kutsayan, bir avuç sömürücünün çıkarlarıyla kendi siyasi çıkarlarını birleştirmeyi “yönetme sanatı” olarak bellemiş olanlara değil de, onlara boyun eğenlere, bizim gibi korkaklara, kendi geleceklerini onursuzlaştırma pahasına suskun kalanlara, özne değil tanık olmayı yeterli bulanlara deli desek daha doğru olmaz mı? Deli olan onlar değil bizleriz öyleyse; çünkü ömrümüzün son bir kaç dakikasını saçma bir huzur içinde geçirmek için elimizdeki onur kırıntılarını da satışa çıkartıyoruz. Korkunun lekelediği huzura huzur denebilir mi?

Ama durun bir dakika, gerçek delilik bu değil ki. Delilik, susmamak, itiraz etmek, deli gömleği giydirseler, bir hücreye kapatsalar da bağırıp çağırarak olup biteni yüksek sesle söylemektir.

Aklı başında hiç bir delinin kabul etmeyeceği saçmaları abuk subuk sözleri Tanrı kelamı gibi anlatmayı pek seven, aklın mantığın peşini bırakmış, yanmayan kefen, cehennemin ateşine dayanıklı terlik satmaya soyunmuş dinbazlar da, onları el üstünde tutan, geleceğini hurafenin desteğine bağlamış, kendine uydurma bir ruhbanlık yakıştıran, kaftanla sarıkla gezmeyi marifet bilenler de deli falan değiller. Deli, “ben ne deliyim ki” diye söze başlayan, gerçekleri bir bir ifşa eden Roterdamlı Erasmus’un anlattığı gibidir; “onun ruhunda ne varsa yüzünde de o yazılıdır, ağzı da bunu gizlemeden söyler.”
İşte böyle; delilik ne soyanlara, ne susanlara yakışır. Midas’ın kulaklarını bağıra çağıra söyleyenlerdir deli olanlar.