“Bana unuttuğun şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Antropolog Marc Auge’nin bir sözü bu, bugünlerde YKY tarafından yayımlanan ‘Unutma Biçimleri’ adlı kitabında geçiyor. Antropoloji ve psikolojinin kesiştiği bir yerden bakıyor ‘unutma’ya Auge. Unutmanın pozitif ve negatif yanları, yaşantımızı derinlemesine belirliyor çünkü. Siyasi açıdan ‘belleksiz toplum’ eleştirileri de bu açıdan anlamlı. Paul Ricoeur, ‘Hafıza, Tarih, Unutuş’ […]

“Bana unuttuğun şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Antropolog Marc Auge’nin bir sözü bu, bugünlerde YKY tarafından yayımlanan ‘Unutma Biçimleri’ adlı kitabında geçiyor. Antropoloji ve psikolojinin kesiştiği bir yerden bakıyor ‘unutma’ya Auge. Unutmanın pozitif ve negatif yanları, yaşantımızı derinlemesine belirliyor çünkü. Siyasi açıdan ‘belleksiz toplum’ eleştirileri de bu açıdan anlamlı. Paul Ricoeur, ‘Hafıza, Tarih, Unutuş’ adlı kitabında, bellek sansürü olmadan makul bir siyasetin mümkün olmadığını yazmıştı. Eğer bugün Türkiye’de insanlar bir arada yaşayabiliyorsa, bunu unuttukları şeylere borçlu, ama bir arada yaşamak için bazı şeyleri de hatırlarından çıkarmamak zorundalar.

Bugün 1 Mayıs ve dünyanın her yerinde bugün 1 Mayıs 1886’da ABD’de günlük sekiz saatlik çalışma talebiyle başlayan grev dalgası ve ırk, cinsiyet ayrımı olmaksızın on binlerce işçinin omuz omuza verdiği mücadele günü de hatırlanıyor. Bizi hatırladıklarımız ve unuttuklarımız bir arada tutuyor.

“Her şeyi unutuyorum” diyenlere sık rastlar oldum bugünlerde. Elbette, her şeyi unutamaz insan, ama her şeyi de hatırlayamaz. Günümüzde çoğunluğun unutmaya daha eğilimli olduğu ise bir gerçek. Belki de ‘olmak’tan çok ‘yapma’ya odaklanan tüketim toplumu insanının bir meselesidir bu. Psikoterapide ya da kişisel sohbetlerinde sadece gündelik hayata ve yaptıklarına dair konuşan, yaşamını yapılması ve bitirilmesi gereken işlerden ibaret bir proje gibi gören kişiler, unutmaya da daha eğilimli olurlar genellikle. Böyle kişiler, rüyalarını hatırlamayla ilgili de zorluklar yaşayabilirler; çünkü rüyalar mantıksız, düzensiz, işe yaramaz gibi gelebilir onlara. İmgesel bir dünyaları yokmuş izlenimi verirler, her şey somuttur, ama içlerinde bir huzursuzluk, bir eksiklik, bir boşluk duygusu hissederler. İç dünyalarında zaman durmuş gibidir, sürekli tekrarlanan bir döngünün içine hapsolmuşlardır sanki. Rüyalarını hatırlamaya, bazı anların ve anıların çağrışımlarına kapılmaya başladıklarında canlanırlar, zaman kaldığı yerden akmaya başlar. Akış, neşeyi çağırdığı kadar hüznü de çağırır, hüzün olmaksızın neşe eksiktir.

Marc Auge’nin bahsettiği gibi, insan imgelerle yaşar, öncelikle imgesel bir varlıktır. Auge, kurtulmak istesek de kurtulamadığımız imgeleri, kuyruklu yıldızlara ve gezegenlerin etrafında dönen uydulara benzetiyor: “Bu imgeler, görünür, kaybolur ve geceleyin, uyuyamadığımız zamanlar belleğimizi tedirgin etmek için birdenbire geri gelir; ancak, biraz ilgi gösterip yüreğimizin sesini dinlersek onları gözleyebilir, sakin bir şekilde gölgelerini, renklerini, girintilerini, çıkıntılarını inceleyebiliriz.” Auge, bunların ölü yıldızlar olduklarını ayrıca belirtiyor, bütün mesele yörüngelerinin izini belirleyen yasalara ulaşmak…

Bu imgeler sadece çocukluk anılarından oluşmaz, bütün anılar gerçekte birbirinin içinde yer alır, öyle zannedildiği gibi insan belleği kronolojik bir biçimde çalışmaz, en taze anılar bile bulanık ve derinlerdeymiş izlenimi verebilir. Ama çocukluk anıları, en korunmasız ve savunmasız dönemde yaşanılan temel deneyimlerden oluştuğu için imge-anılar olarak hayaletimsi bir biçimde bütün anlara ve anılara musallat olurlar. Auge’nin bahsettiği gibi bu hayaletleri ve imgeleri tek tek yakalamanın bize hiçbir faydası olmaz, bütün bu parçalar birbirine bağlanıp yorumlanarak bir anlatıya dönüştükçe, hatta psikanalist Pontalis’in perdeye benzettiği bu anlatının ardındaki izler görünürleştikçe varlığa dair bilgi belirginleşir. Auge’ye göre, doğru soru “Ben kimim?” değil, “Ben neyim?”dir. Kim sorusu kimlikle, ne sorusu varlıkla ilgilidir. “Ben neyim?” sorusu, bireysel-toplumsal, özel-kamusal yaşamımıza dair meseleleri anlamamız ve bir yaşama sanatı geliştirmemiz için bir çıkış noktası olabilir.