Küçük yaştan beri sinemaya giderim. Belli bir yaşa kadar çok az ‘sanat’ filmi gördüm. İzlediğim Avrupa filmleriyse, sonradan gördüklerimden çok farklıydılar. Hayatımda üç sinema olayı, sinema hakkındaki beğenilerimi değiştirmiştir: O zamanların Sinematek’i, İstanbul Film Festivali ve 50’li-60’lı yıllardaki unutulmaz sinema akımları, sinemanın Yeni Dalga’ları. Adında ‘dalga’ olmasa da İtalyan Yeni Gerçekçiliğini de elbette onlara dahil ediyorum.

Ama yine de hiç unutamadığım, yıllar sonra retrospektiflerde aynı heyecanla izlediğim Fransız Yeni Dalgası’dır. André Bazin’in kurucularından olduğu Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinema’nın genç eleştirmenleri dergide yazardı. Onlardan evvelki yönetmen kuşağını gerçeklikten, hayattan uzak bulur, şiddetle karşı çıkarlardı. Sonra dergiyi bıraktılar, hepsi yönetmen oldu ve Fransız Yeni Dalgası’nı oluşturdular.

Ne yaptıklarını, neye karşı olduklarını biliyorlardı. Bunu herkese de anlatmak istiyorlardı. “400 Darbe / Les quatre cents coups / The 400 Blows” ile akımın ilk filmlerinden birini yapıp Cannes’da ödül alan, ülkesi dışında da tanınan François Truffaut, karşısındakini ikna edene kadar konuşması gerektiğine inanıyordu ve “Çünkü ben eleştirmenim,” diyordu. Onları izleyen “dalga”lar arasında (İngiliz, Japon, Hong Kong, vd.) aklımda en fazla kalanı, onlarca yıl sonraki bir retrospektifinde “Bu filmler bu kadar güzel miydi?” diye hayretlere düşüreni ise Çek Yeni Dalgası ya da Prag Baharı olmuştur.

Hâlâ da bu iki akımın çoğu filmi beni cepheden vurur. Eric Rohmer ve Jacques Rivette’in neden hak ettikleri yerde olmadığını da anlayamam. Belki de dergideki eleştirmen arkadaşlarından daha ileri bir yaşta yönetmenliğe geçtikleri için. Sanmam ama. Zaten bizzat Truffaut da Yeni Dalga’nın varlığını Rohmer’e borçlu olduğunu söylemez miydi?

Torino’daydı galiba, sevgili Çek Yeni Dalga’mın çoğu üyesi bir tür panelde bir araya gelmişti. Kontrol makamında, yıllar öncesinde olduğu gibi gene “Daisies”ini hiç unutamadığımız Věra Chytilová vardı. Onları hizaya getiriyor, arada azarlıyordu. Derken bir izleyici, Oscar’lı (ve fakat mütevazı) Jiří Menzel’in niye gelmediğini sordu. Matmazel Vera, “Jiří çekimde,” dedi. “Filmi varmış, arayıp özür diledi.” Bunun üzerine bir başkası o sıralar pek meşhur olan Miloš Forman’ı sordu. O nerede, peki? Çek Yeni Dalgası’nın demirbaşı Věra Chytilová, “Bilmiyoruz,” diye cevap verdi. “Cevap bile vermedi. Belli ki kendine farklı bir yol seçmiş.” Yoksa yolunda sebat etmek kalıcı olmayı mı sağlıyor? Kim bilir?

Belki merak etmişsinizdir. “Bütün Akımlar” başlıklı araştırmanın son değişimci akımı, Dogme 95 Manifestosu’ydu. Diğerlerine göre çok yakın, neredeyse şuracıkta…

***

Bütün bunlar benim aklıma Pazar akşamı geldi. Daha doğrusu, Pazartesi sabahı. Bilgisayarı kapatmıştım. Tam televizyonu kapatmaya gitmiştim ki, Digiturk’ün Aile Kanalı’nda “Last Holiday” diye bir film başladı. Oyuncu olarak sadece Queen Latifah’nın adını gördüm. Kendisini sevdiğim için, birazcık bakayım dedim. LL Cool J, Timothy Hutton, Giancarlo Esposito, Susan Kellermann veee şeflerin şefi olarak Gérard Depardieu da varmış meğer. Yönetmen, Wayne Wang. Üstelik, bir tekrar-yapım. İlk olarak 1950’de çekilmiş. Kahramanı da Georgia Byrd adlı bir kadın değil, George Bird isimli bir erkekmiş (Alec Guinness). İkisini de görmüş olabilecek yaştayım. Görmemişim ama. Ve günah defterime dün akşam bir sayfa daha ekledim. Yani, eleştirmen olarak hakkında yazsam, büyük ihtimalle “Benden ırak, cehenneme direk” diyeceğim bir filmi sonuna kadar kuzu kuzu izledim. Ama belki de iyi film budur. Gıkımız çıkmadan sonuna kadar izlediğimiz bir sinema eseri…