Oliver ve Elio, o kadar narsisistler ki, başka genç kızları tamamen birbirlerini kıskandırma oyunlarında piyon olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Sonra da o kızları unutuveriyorlar

Beni Adınla Çağır: Narsisist âşıklar

Beni Adınla Çağır” (BAÇ) bir aşk filmi ama adından başlayarak karakterlerin asıl aşklarının kendilerine yönelik olduğunu ilan eden bir film. Bilirsiniz, bizde anneler (daha az olmakla birlikte babalar, teyzeler, halalar, amcalar, dayılar da...) çocuklarını kendi adlarıyla çağırırlar. Yani çocuklarına “kızım” ya da “oğlum” diyeceklerine “anneciğim” derler. Benim bu tuhaf ama son derece yaygın olan duruma yorumum, annelerin “anneciğim” diyerek, çocuklarına olan sevgilerini ifade etmekten çok, kendilerinin ne kadar çok sevilesi varlıklar olduklarını ilan ettikleri şeklinde. “Ne sevilesi, cici bir anneyim ben!” ya da “kızım, oğlum beni ne kadar çok seviyor!” diyesiler. BAÇ’ın kahramanları da bu yolu seçiyorlar. Oliver, Elio’ya Oliver; Elio, Oliver’e Elio diyor. Filmin adı burdan geliyor. Kendilerine olan aşklarını, diğerinin ağzına yakıştırıyorlar.

Filmin geçtiği zaman ve mekan belli: 1983, İtalya, çoğunlukla Perlmanların yazlık, bahçeli evi. Fakat 6 haftalarına şahit olacağımız aile hem her yere ait hem de hiçbir yere ait değil. Aile içinde İtalyanca, Fransızca, İngilizce değişimli olarak kullanılıyor, bir ara anne Almanca’dan diğer aile üyelerine tercüme de yapıyor. Etnik olarak son derece karışık bir aile olan Perlmanların dini öyle karışık değil, aile Yahudi.

Perlmanların oturduğu taş ev sanki Romalılardan kalma (duvarda silik freskler gözüme çarptı bir sahnede). İçinde yüzdükleri küçük havuz kesinlikle tarihi bir yapı. Perlmanlar zenginler, daimi hizmetçileri ve bahçıvanları var. Bahçelerinde şeftali, kayısı gibi meyva ağaçları bulunuyor. Aile sanki belirli bir mekân ve zamanda yaşamıyor gibi ama... Onlar, sadece bilim, sanat ve hazdan oluşan bir dünyanın insanları. Resim, heykel, şiir, roman, mitoloji, felsefe, dilbilim, tarih ve müzik dışında bir şey ilgi alanlarında değil. Tabii bir de aşk, erotizm ve ağız tadı var. Politikayı, tipik bir şekilde geveze İtalyan bir çift olan misafirleri ve mutfakta çalışanlar konuşuyor. Perlmanlar için politika İtalyan folklorunun bir parçası sanki, yaşlı bir teyzenin evinin dış duvarında asılı duran Benito Mussolini resmi gibi. İtalyanın faşist geçmişiyle yüzleşmemesinin bir simgesi değil o resim. O yüzleşmemenin devamı, “İtalya işte” deyip geçilen, sorun edilmeyen bir şey. Perlmanlar zamanın dışında yaşıyorlar.

Baba Perlman bir profesör. Oğul Elio (Timothée Chalamet) henüz lise öğrencisi. Profesör her yaz bir araştırmacıyı yazlık evlerine davet ediyor. 83 yazının misafiri Oliver (Armie Hammer) adlı Amerikalı, yakışıklı biri oluyor. Oliver, hemen kasabanın genç kızlarının ilgi odağına yerleşiyor. Oliver genç kızlardan biriyle öpüşürken, bir yandan da Elio’ya sinyaller gönderiyor. Oliver ve Elio, o kadar narsisistler ki, başka genç kızları tamamen birbirlerini kıskandırma oyunlarında piyon olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Kullandıktan sonra da o kızları unutuveriyorlar. Ama, bu “cennetsi” dünyada çatışma diye bir şey neredeyse yok. Kızlar anlayışla karşılıyorlar her şeyi. Oliver’in öpüştüğü kız, sahneden çekiliveriyor zaten, finalde ortaya çıkmak üzere... Elio’nun sevgilisi, öpüşmenin çok ötesine geçen bir ilişki yaşamış olsalar da, Elio’nun bencilliğine sadece saygı duyacak. Oliver’in, Amerika’daki 3 yıllık uzatmalı sevgilisinin tabii ki evleneceği adamın özelliklerinden haberi olmayacak. Bir eşcinselle evlendiğini bilemeyecek ama Oliver yine de hep haklı olacak. Eşcinselliğinin kabulu için mücadele etmek yerine, ikiyüzlü bir yaşam sürmesi hoşgörülecek çünkü suçlu sadece “Oliver’in eşcinselliği aşağılayan anne ve babası (ve de toplum)”. Mücadeleden kaçan Oliver’in hiç sorumluluğu yok!

İki âşık arasındaki yaş farkı rahatsız edici olsa da yönetmen Luca Guadagnino bunu hissettirmemek, eşitler arasında geçen bir ilişki gibi algılatmak için elinden geleni yapıyor. Eşlerden ikisinin de canı yanmıyor sonuçta, bu durumda kimseye bir laf etmek düşmez belki de. Fakat 30’lu yaşlardaki, muhtemelen post-doc yani doktora sonrası kitabını yazan bir araştırma görevlisinin, 17 yaşındaki bir lise öğrencisiyle, kız ya da erkek fark etmez, aşk yaşaması durumunda, ben o adamda çok tuhaf ve güvenilmez bir şey olduğunu düşünürüm. Timothée Chalamet’nin çelimsiz vücuduyla, Armie Hammer’ın gelişmiş erkek vücudu arasında o kadar büyük fark var ki, biraz irkilmemek zor. Biri yetişkin bir erkek, diğeri yeni yetme, nihayetinde bir çocuk vücuduna sahip. Bir yandan 18 yaşından küçük kızların evlendirilmesine karşı çıkarken, bir yandan da bu aşkta yüce bir şeyler bulanlar kendilerini sorgulamalılar.

Bir de baş narsisist baba Perlman var tabii ki. Babanın filmdeki son konuşması da ilk konuşması kadar tuhaf. Baba, misafirlerine tuzaklı kültür soruları sorarak, onların saygınlığını değerlendiren sığ bir entelektüel. Heidegger üzerine anlaşılmaz zırvalar yazarak tatmin olan ve kendi sığ çevresinde saygınlığını sürdüren biri. Baba Perlman, oğlu Elio’nun Oliver’la ilişkisine büyük saygı duyuyor gibi ama daha çok kendi yaşayamadığı bir aşka yanıyor, konuyu derhal kendisine getiriyor. Ama baba Perlman’ın aslında ne kadar çevresindekilerin farkında olmadığını gösteren başka bir şey var: Karısının, Elio’nun Oliver’le ilişkisinden haberdar olmadığını düşünüyor ve bu da onun tam bir hödük olduğunu gösteriyor. Oysa oğlunun aşkını ilk anlayan anne ve ikiliyi bir araya getirmeye çalışan da o. İnsanın, bunlar nasıl bir çift diye sorası geliyor. Evlerinde olan biteni birbirleriyle hiç mi konuşmuyorlar?

Anna ya da babanın, tam hatırlamıyorum şimdi, bir ara Oliver’in “utangaç” olduğuna dair bir gözlemde bulunması da çok tuhaf. Oysa Oliver’in, köye geldiğinin ikinci gününde herkesle selamlaşmaya başladığını ve bara girip köylülerle kağıt oynadığını görüyoruz. Hoş, Oliver’in halkla bu ilişkilerinin devamı hiç gelmiyor. Çünkü sonra Oliver’in ilgisi sekse yöneliyor ve hayatında ihtiyarlara kalmıyor.

Kendilerinden başka her şeye duyarsızlar filmin kahramanları. Bilgiye tapan ama bilgiyi bir şeyin hizmetine sokmayan cinsten sığ entelektüeller.

Bu aileyle ilişkilenemedim hiç. Çok ayrıcalıklılar ve çok kopuklar hayattan. Bu aşkla da ilişkilenemedim. Bu filme tapan film eleştirmenleriyle de... Hayır, film ele aldığı çevreye eleştirel bir mesafeden baksa sorun görmeyeceğim. Ama yönetmenin o mesafesi yok. Aksine, yönetmenin bu çevreye ve bu eşitsiz aşka âşık olduğu izlenimi oluştu bende.

Sonuçta içinde çatışma ve çelişki olmayan, zaman zaman sıkan vasat bir film BAÇ.