Lacivert, siyah ve beyaz renkleri üstümden tren gibi geçiyordu. 13. kattaydım. Belki hayatımın sadece bir günüydü bu. Belki hayatımın her günü aynıydı. Belki hayatımın her günü aynı olsun diye tam 19 sene eğitim almıştım. Belki dünyanın en sıkıcı ama en korunaklı hikâyesiydi bu

Beni bu yüksek binalardan alın

SİNEM SAL - @sinemsal

Kendimi yanlış bölgeye atanmış asker gibi hissediyorum. Hem zorunlu hizmete mecbur bırakılmışım hem de dilini bilmediğim bir ülkenin ordusundayım sanki. Yat, dediklerinde yatacak kalk dediklerinde kalkacak kadar bile dillerine hâkim değilim. Olsam da bir şey değişmez. Tüfeği gözüme dayadığımda hiçbir şeyi vurmaya kıyamıyorum. Tüfekten gözümü çektiğimde ise şakağıma dayıyorlar.

Levent’teki iş yerimin 9. katındayım. Mutsuzluğumun dibindeyim. Günlük sıkıntımı çekmeme yaklaşık olarak 1 saat var. Pazartesi günleri saat 8:30’da başlayan toplantılarımız öğlene kadar sürüyor. Sonra yaklaşık dört dakika bekleyerek asansöre biniyoruz. Civardaki restoranlardan birine geçip hemen her gün benzer yemekleri yiyoruz. Yemeğimiz bitince yaklaşık dört dakika bekleyerek asansöre biniyoruz. Masalarımız var. Masalarımızdan ancak çağrıldığımızda kalkıyoruz. Akşam oluyor. İşimiz bitiyor. Maaşımızı gününde alırsak seviniyoruz. Yakınabileceğimiz veya şikayetlerimizi dile getirebileceğimiz bir üst kurul yok. Üst kurulların hepsi, alt hayatları ezmekle yükümlü. Görevlerini başarıyla yerine getiriyorlar. Bir, üst kurul bulmak istiyorum. Şöyle demek istiyorum: “Dostum ben fazla mesai yaptım. Hayatımı aldınız. Geri ödemeniz mümkün mü?” O cevap hiç gelmedi.

Bugün, Genel Müdür, kurumumuza uğrayacaktı. Herkes telaş içinde. Kendisinin burun deliklerini toplantıdan toplantıya görüyorduk. Genzine kadar ezbere biliyordum. Birbirimizin hangi yemekleri sevdiğine, uyumadan önce ne tür müzikler dinlemeyi sevdiğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Ama sinirlendiğimizde yüzümüzün hangi saniye kızardığını, tırnaklarımızı hangi öfke mertebesinde yemeye başladığımızı çok iyi biliyorduk. Odadaki gerginlik titreşimlerini bertaraf etmem gerekiyordu. Üç kez sigara molası hakkım vardı. İkincisini kullanmak için masamdan kalktım. Kalem etekli kadınlar, yüksek topuklarının üstünde ayakta durmaya çalışıyordu. Erkekler, omuzlarını genişleten ceketlerle kendisini güçlü görüyordu. 470 liraya dört taksitle aldıkları kokuları birbirine karışıyordu. Bense aralarına karışamıyordum. Lacivert, siyah, ve beyaz renklerinin hâkimiyetinden sıyrılıp 23. Kattaki terasa çıktım. Yağmur, karşıdaki yüksek binaların pencerelerin görmemizi engelleyecek kadar çok yağıyordu.

Büyük şemsiyenin altındaki kadın, yağmurluklarının kuşaklarını sıkıca bağlamış, dirseklerini kırmış bir şekilde sigaralarını içiyordu. Yanlarındaki siyah takım elbiseli adamsa, rüzgâra meydan okurken türlü şakalar yaparak kadınları güldürüyordu. Az sonra alt kata inip azar işitecekti. Boynunu eğecekti. Araba taksiti vardı. Sabretmeliydi. Akşam yemeklerine en az 50 Lira vermeliydi. Her şeyi kabullenmeliydi. Çalıştığı kuruma girmek için aldığı takım elbiselerin taksitini tıkır tıkır ödemeliydi. Sessiz kalmalıydı.

Gülümseyerek bana selam verdiler. Sigaramı yakıp kenara geçtim. Tek ayağımı duvara yaslayıp uzaktaki yüksek binaların pencerelerini görmeye çalıştım. Üç kadın ve adam kendi arasında konuşuyordu. Sesleri uğultuya dönüşüyor ve 23 kat aşağıdan hızla geçen otomobillerin sesine karışıyordu.

Adam şöyle diyordu: “Bütün hayatımız burasıymış gibi davranmamak lazım. Bir akşam tiyatroya gitsek ya?” Kadınlar gülüyordu. İçlerinden biri geçen sene bir oyuna gitmiş. “Çok güzeldi ya…” dedi. O kadar. Diğer kadın, karşılık verdi: “Of, ben de çok severim tiyatroyu.” Türkçe 101, Sanat 101, Varoluş Bilgisi 101…” Sonra ekonomiden konuşuyorlar, piyasadan ve yükselen değerlerden, alçalan değerlerden…

Bir sigara daha yakmaya karar verdiler. Günde üç kez yukarı çıkıp sigara içme hakkımız var. Bir kere çıktıklarında iki sigara içerlerse, devrim yaptıklarını sanıyorlar. Kadının çakmağı yanmadı. Birkaç kez daha denediler. Adam elleriyle kadının ellerini tuttu. Kafaları birbirine yaklaştı ve gülüştüler. “Yok, yok yanmıyor,” dedi kadın. Bana doğru yaklaştı adam. “Pardon,” dedi, “çakmağınız var mı acaba?” Tabii dedim. Ceketimin cebinden çıkarıp ona uzattım. Sigaralarını yaktılar. Çöpün kenarındaki karton kahve bardaklarının içinde biriken yağmur suyuna sigaramı söndürdüm. “Kolay gelsin,” deyip içeri girdim.

Lacivert, siyah ve beyaz renkleri üstümden tren gibi geçiyordu. 13. kattaydım. Belki hayatımın sadece bir günüydü bu. Belki hayatımın her günü aynıydı. Belki hayatımın her günü aynı olsun diye tam 19 sene eğitim almıştım. Belki dünyanın en sıkıcı ama en korunaklı hikâyesiydi bu. Belki yağmur benim başıma yağıyordu. Belki terastan baktığımda yükselen pencerelerden dışarı bakan bir kadın vardı. Belki bana çok benziyordu. Belki o da giysi markalarından, dans müziklerinden, sevgili dertlerinden hiçbir zıkkım anlamıyordu. Belki canı vardı. Belki sıkılıyordu. Belki asansörün 9. Katına basmıştı. Aşağı inmişti. Belki daha da aşağı inmek istiyordu. Belki zemin katına basıp binanın içinde bir sigara yakıp dumanını içine çeke çeke terk etmek istiyordu iş yerini. Belki bir taksiye binmek istiyordu. “Ormana çek abi…” demek istiyordu. Belki taksici “Hangi orman abla?” demesin istiyordu. Herkes her şeyi hemen anlasın istiyordu. Yemyeşil bir ormana gelmek istiyordu. Lacivert, siyah ve beyaz renklerini geride bırakmak istiyordu. Belki sarı bir yaprak bulup yanına uzanmak ve “Ben de bu dünyada yaşıyorum,” demek istiyordu.

Olmuyordu. Çalışmak zorundaydı. Binalar vardı. Yükselirdi. İçinde insan olmalıydı. Kadın onlardan biriydi. Sahi, biri söylesin. Sanki tüm bunlar, nedendi?