Enver Gökçe’nin şiirleri güzel değildi. Bilmiyorum ama belki de iyi bir şair de değildi Enver Gökçe. İyi bir şair değildi belki ama büyük bir şairdi. Dizeleri güzel değildi ama dehşetli bir güce sahipti. Diğer şairler kelimeleri “şiir gibi” dizerken, Enver Gökçe direnci “şiir gibi” dizmişti. Direnç, Enver Gökçe’nin şiirlerinde estetize olmuş, umutla birleşmişti. Her yerde okundu o şiirler. Her umutsuzluk anında dillerde bitti. Akıllarda yer etti. O, Sansaryan Hanı’nın zindanlarında ağır işkencelerden geçti. Tutuklandı, sürüldü. Sürüldükçe yazdı, işkenceden geçtikçe yükseldi sesi. Kendisi erirken darda kalan umut oldu şiirleri.

O işkenceden işkenceye koşarken, bir konuşmasında yine de “hayatı seveceksiniz” demişti: “Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyiliği kötülükleriyle, pisliğiyle… Fakat seveceksiniz”. O hayatı sevdi ama açlık ve işsizlik yakasını hiç bırakmadı. Eşi ve çocuğu bile öteledi onu: “Oğul, uşak, bir de karım/ Kurt bana/ Hastir çeker/ Kuş bana/ Yılan bana/ Hastir çeker/ Çiyan bana/ Lan kardaş/ Bu nasıl yara”. Ankara’da bir huzurevinde tamamladı ömrünün son günlerini, dilinde acı bir türküyle: Gayri gider oldum kardaşlar/ Ve de kız kardaşlar/… Bu nasıl yara/ Kanar her yerimden/ Dövülmüşüm/ Sövülmüşüm/ Siktir çekilmişim yani/ Kendi öz yurdumda.”

Sonrasında anma gecelerinde hakkında büyük laflar edilen, şiirleriyle devrimcilik oynanan, dizeleriyle edebiyat geyiği çevrilen, anısıyla entellerin kibir içinde sidik yarıştırdıkları bu adam o huzurevinde öldü gitti. Ve biz… “Unutursak kalbimizin kuruduğu” biz, onu yoksul bir huzurevinde hep birlikte ölüme terk ettik. Ankara kadar gereksiz, Ankara kadar varlığıyla yokluk nedir onu öğreten bir şehrin tam orta yerinde hem de. Biz onu ve onunla birlikte kalbimizi yaşarken biraz daha kurutmuştuk…

âşık Hüdai daha küçük yaşlarda söylediği şiirler ve deyişlerle tasavvufun en güzel ve özel örneklerini veriyordu. Küçük yaşta kaybetti babasını. Okumayı askerde öğrendi ama şiirleri çocukluktan bu yana dillerde dolanmaya başlamıştı. Kişi, zaman ve mekân arasında sıkışan dünyayı zamanı ve mekânı tarumar ederek aşmayı başarmıştı. Aşk adamıydı: “Gönül çalamazsan aşkın sazını/ Ne perdeye dokun ne teli incit”… Bu aşk hali yoğun bir yokluk ve yoksulluk içinde yaşanıyordu. Defalarca ödüller kazandı. Yüreklerde yankılanan dizelere ve türkülere can verdi: “Canan bizim canımızdır/ Teni bizim tenimizdir/ Sevgi bizim dinimizdir/ Başka dine inanmayız”… Sevgiden başka dine inanmayan bu adamın deyişleri cemevlerinin duvarlarına kazındı, büyük sanatçılar onun eserleriyle kitleleri coşturdu, ibadetler yapıldı onun sözlerinin yankılandığı mekânlarda. “Bütün evren semah döner/ Aşkından güneşler yanar” diyen bu büyük adam da 2001 yılında Ankara’da tek odalı bir evde yalnız başına, yoksulluk içinde göçtü gitti. Ölüsüyse üç gün sonra bulunabildi. Ve biz… “Unutursak kalbimizin kuruduğu” biz, onu tek odalı bir evde hep birlikte ölüme terk ettik. Ankara kadar gereksiz, Ankara kadar varlığıyla yokluk nedir onu öğreten bir şehrin tam orta yerinde hem de. Biz onu ve onunla birlikte kalbimizi yaşarken biraz daha kurutmuştuk…

Ve daha nicelerini. Dilimizde destan, yüreğimizde yer edinmiş nicelerini aynen böyle ölüme yolladık. Bunları neden mi hatırlattım? Çünkü bana da kalbimin kurumaya yüz tuttuğunu hatırlattılar geçen gün. Mehmet Ayvalıtaş’ın davasında babasını dövdüler çünkü. O adam ağlayarak “Beni çok dövdüler” dediği an anladım çoğumuzun kalplerinin de çoktan kurumaya yüz tuttuğunu. Biz… “Unutursak kalbimizin kuruduğu” biz, o babayı, kendi öldürüp kendi yargılayan bir devletin adalet sarayında hep birlikte ölüme terk ettik. Her yanı simsiyah ziftle kaplı bir ülkenin tam orta yerinde hem de. Biz onu ve onunla birlikte kalbimizi biraz daha kuruttuk… Orada olanlara selam olsun, biz beklemesek de belki birileri bizi affedecektir…Tek tesellimiz şimdilik bu olsun.