Gürsel Korat "Artık baştaki ben değilim, edebiyat beni yetiştirdi. Olağanüstü bir empati kazandırdı. Buluşlar yapıyorum sürekli son kitapta da o kadar çok buluş var ki" diyor.

Beni edebiyat yetiştirdi

Ulaş Bager Aldemir

Onlarca öykü ve romanın yazarı Gürsel Korat’ın son kitabı Uyku Ülkesi Everest Yayınları’ndan çıktı. “Bir toplumda rüyalarda görülenlerle yaşananlar arasında bir fark yoksa oranın adı Uyku Ülkesi’dir” mottosuyla raflara çıkan bu roman ve edebiyat üzerine Gürsel Korat ile söyleştik

Gürsel Hocam, zaman da tıpkı rüya gibi tahayyülünüzün ayrılmaz bir parçası. Zamanla neden bu kadar ilgileniyorsunuz? Ayrıca diğer eserlerinizde olduğu gibi Uyku Ülkesi'nde de çeşitli felsefî motiflerle karşılaşıyoruz. Fakat siz felsefî söylemi edebî ifadeye dönüştürmeyi başararak, metnin özerkliğini muhafaza etmektesiniz. Bunu hangi ölçütleri gözeterek gerçekleştiriyorsunuz?
Öncelikle felsefi metnin edebiyat metni olmadığını bilmemiz lazım. Yani ben felsefî metin yazmıyorum, ben edebiyat içinden konuşan felsefe yapmaya çalışıyorum. Yani doğru söyleyişle, felsefî kavramları, felsefî düşünceyi edebî tarzda söylüyorum ve onu buluyorum aslında. Yoksa ben filozof olurdum, kavram üretseydim. Cogito gibi bir kavram üretsem bana filozof derlerdi. Ama ben insanların aklına gelen, zamanla ilgili problemleri edebî söyleme dönüştürüyorum. Bu anlamda felsefenin edebiyattaki yeri aslında edebiyata kardeşlik etmesiyle mümkündür. Yoksa edebiyat felsefenin yerine geçtiği anda orada başka bir şey ortaya çıkar. Orada hükümdarlık, yani felsefenin edebiyata hükümdarlığı ya da edebiyatın felsefeyi araçsallaştırması söz konusu olur. Bu ikisini de reddediyorum.

Zamanla niye bu kadar uğraşıyoruz? Zaman, edebiyatla uğraşanlar için özel bir alan. Çünkü edebiyatın bir zaman odağı var. Yani edebî söyleyişin bir zaman odağı var. Ayrıca metafizik bir kavramdır zaman. Dolayısıyla hem metafizik olması hem edebiyatın parçası olması nedeniyle onu konu edinmek edebiyatçıyı tabii çok özel bir konuma getirir ama işleri zorlaştırır. Ben bu zorluğu bilerek seçtim, biraz öyle oldu. Zamanla uğraşmamın sebebi aslında çok açık, çok basit. Herkes daha karmaşık, daha büyük laflar etmeyi seviyor, ben böyle bir şey söylemeyeceğim. Ben tam tersine, “Zamanla ölüm yüzünden uğraşıyoruz” diyorum. Hepimiz böyleyiz… Ben zamanı donduruyorum metinde. Yani orada hapsediyorum. Uyku Ülkesi’nin sonunda diyor ya, “Her defasında, her okunuşta canlanacaklar ve sonra tekrar unutulacaklar.” Rüya Körü’nde ise “İnsan daima unutur, yapabildiği tek tanrısal eylem hatırlamaktır,” demiştim. Aynı durum burada da geçerli. Hatırlamayı sağlayan ne? Bir, kendi kendimize hatırlayabiliriz; iki, kayıt ederek hatırlayabiliriz. Biz kayıt altına aldığımız zaman, evet, işte o zaman işler değişiyor. Edebiyat bunun için.

Erimtan’daki söyleşinizde kader hakkında da bir vurgunuz olmuştu…
“Kader var mıdır?” sorusuyla ilgiliydi o. Yazacağım kitapla ilgili bir şey söyledim orada. “Hadi size bir kıyak geçeyim” dedim. Önceden şunu diyordum: “Kader yoktur. Çünkü kaderin olabilmesi için şimdiki zamanla gelecek zamanın iç içe yaşanması gerekir.” İşte bunlar felsefenin edebiyat hâli. Felsefede böyle söylenmez, kavramsallaştırma gerekir. Üslup farklıdır. Yazacağım kitapta ise şöyle diyorum: “Kader yoktur diyorduk, kader var. Ama kaderin olabilmesi için şu şart lazım; önce ömrünü tamamlayacaksın, sonra tekrar sondan başa doğru yaşarsan, işte o zaman kader vardır.”

Sanat eseriyle sanatçının yaşantıları arasındaki ilişki sıklıkla tartışılan bir meseledir. Behçet Necatigil’in “Bir dünya görüşü olarak şiir” vurgusundan Eco’nun Yorum Teorisi’ne varana değin, metnin mi yoksa yazarın mı öncelenmesi gerektiğine dair birçok yaklaşımdan söz edilebilir. Gelgelelim Uyku Ülkesi’nde Doktor Sevda Kül karakterinin geçirdiği bir beyin kanaması anlatılıyor. Sizin de geçen yıl böyle bir sağlık sorunu yaşadığınızı biliyoruz. Bu bağlamda siz, yazarın yaşantılarıyla metin arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yazar sadece yaşadığını yazmaz. Yani sadece yaşadıklarının tanığı değildir. Aynı zamanda yazdıklarının da tanığıdır. Dolayısıyla şöyle bir şey yapmış olur; yazar bir şeyi ortaya koyar, “Evet, başımızdan böyle bir şey geçti” der. Sonra kâğıt belli bir süre sonra ona cevap verir, diyalektik bir süreçtir bu.

Umberto Eco’nun meşhur tasnifi bağlamında soracak olursam, sizce edebiyat eleştirisinde metin mi öncelenmeli yoksa yazar mı?
Eco “Metne saygı duyulmalıdır” diyor. Çünkü yazar gelip geçicidir. Yazarın niyeti ne olursa olsun gider. Okur da gelip geçicidir. Dün okuduğumuz kitabı bugün başka türlü yorumlayabiliriz. Ama metin ne yaparsak yapalım orada duruyordur. Çevresel koşullar değişmektedir vs. Bu nedenle biz öncelikle metni esas almalıyız. Ki metin oluşturulurken de unutmamamız gereken bir şey var. Metni oluşturan yazar ve yaşantı diyalektik bir ilişki içinde. Ortada tek başına ne yazar ne de metin var.

Önceki romanlarınızda geçmişi kurgulamıştınız. Oysa Uyku Ülkesi günümüzü anlatıyor. Neden?
Sıkıldınız belki diye. Ben sıkılmadım, geçmişi anlatmaktan çok hoşlanıyorum. O benim tamamlamadığım bir şey henüz. Ama “Gürsel Korat hep geçmişi yazıyor. Diania’sının temeli bu” denmesini istedim. Bir de bu iddialı sözleri başka bir çağda söyleyemezdim. Özellikle zamanı ikiye bölen, zamanları ikiye ayrılır denen bir bölüm var kitapta. Bir sinemadan önceki zaman, bir de sinemadan sonraki zaman. Yani geçmişi şimdi içerisinde yaşamak, sinemayı bilmeyen insana özgü değildir. Dolayısıyla bazı şeyleri bu çağda söylemem gerekiyordu. Buna benzeyen şeyler, yani bu olağanüstü şehirleşme, çevrenin kirletilmesi, ondan sonra ormanların yok edilmesi, güncel meseleler başka yerde bu kadar net değildi. Dahası korona var. Yani bu hepimizi etkileyen bir şey olduğu için ortak bileşenimizi bulmak istedim biraz da. Hiçbir şey normal değil, olağan bir dönem değil. Hem siyasal yönden hem kültürel–ahlakî yönden olağan bir dönemde değiliz.

Gürsel Korat edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz, bugünden baktığınızda?
Artık baştaki ben değilim, edebiyat beni yetiştirdi. Olağanüstü bir empati kazandırdı. Buluşlar yapıyorum sürekli. Son kitapta da o kadar çok buluş var ki, öylesine buluşlar var ki. Gerçi bu kadar bir araya gelmeli miydi, onu da merak ediyorum açıkçası. Ama dediğim gibi; edebiyat beni eğitiyor, hem zamanla, hem mekânla, hem de insan davranışıyla ilgili…

Deşifre için Ece Karacaoğlu’na teşekkürler.