Brecht’in gazete kupürlerinden ve görgü tanıklarının ifadelerinden yola çıkarak kaleme aldığı “Faşizmin Korku ve Sefaleti” bize ne kadar tanıdık. Özellikle de “Muhbir” epizodu… İnsanların birbirine muazzam derecede güvensizlik ağı içinde olduğu bir toplumdan izler sunulurken komşu komşuyu gözünü kırpmadan ihbar ediyor. Öğretmen korkudan karşı olduğu düşünceleri bile öğretmeye razı oluyor; üstüne bir de eşiyle Nasyonal Sosyalist Parti’ye destek konuşması yapıyor. Hem de Nasyonal Sosyalist Parti’yle uzaktan yakından alakası olmadığı halde... Eski dostla düşman hukuku içine giriyor: “Bilmem kimin karısı Yahudi’ymiş? Aman görüşmeyelim,” duygusu hemen ön plana çıkıyor. Böylece Yahudileri gaz odalarına gönderen süreci hazırlayan sözde ‘adalet’ yeniden tanımlanıyor. İlk zehirli tohumu atma eylemi toplumun en çekirdeğinden, aileden başlıyor. Bir süre sonra değil hizmetçiden kendi evlatlarından bile korkar hale geliyorlar. Yalnızca çikolata almaya gitmiş çocuklarından şüphelenmelerinin sebebi, Hitler’in yasa ile on dört - on altı yaş arası gençlerin gitmesini zorunlu kıldığı Gençlik Örgütü’nde öğretilenler... Her an eve kendilerini tutuklamak üzere birilerinin geleceğinden öylesine korkuyorlar ki, adam göstermelik olarak gamalı haçı boynuna takmak zorunda kalıyor.

***

Nazi Almanyasında hiçbir şey olmuyormuş gibi hayatına devam edenler ile bizzat o baskı ve kontrolün şatafatına katılan sıradan insanlardı. Bu sayede rejim toplumda böylesine ağır bir egemenlik kurabildi. Ve yukarıdan aşağıya her biriminin üzerinde bu kadar etkili oluverdi. İhbar sistemi faşizmin iktidarının boşluk bırakmadan nüfuz etmesinde en önemli araçlardan biriydi.

***

‘Muhbir’lik mekanizmasının salgın hastalık gibi yayıldığı dönemlerde imzasız mektuplar havada uçuşur, sosyal medya adresleri taranır, sanat kurumlarından pazar yerlerine kadar muhalif avına çıkılır. Büyük resimde korku atmosferinin yarattığı uçsuz bucaksız bir ruh sefaleti vardır aslında. Paramparça olmuş, birbirini yaralamış, kanlarıyla beslenmiş gözleri, insanlar topluluğunu etkiler. Geriye derin bir medeniyet kaybı kalır. “Maço” ve “ataerkil” bir tavırla bir anda kendini “isimsiz kahramanlar” olarak tanımlayanlar ellerine verilen gücü olabildiğince geniş kullanmanın yolunu tutar. Çünkü, liderleri büyük adamın böyle bir muhbirlik hikâyesinden memnun olacağına dair kutsal olarak nitelendirdikleri bir inanış içindedirler. Dünyanın her yerinde, özellikle de “demokrat” tanımlanan ülkelerde nasılsa “şikâyet hattı” vardır. Bunu kullanmanın yolu ise sonuna kadar açık olmalıdır. Oysa muhbirlik mekanizması, basit bir şikâyet edimi ile örtüşmez: Birinin evine hırsız girdiğini gördüğünde hemen şikâyet hattına bildirirsin. Ortada bin yıllardır belli olan bir “suç” vardır. Ama kişinin hali hazırda her yerde satılan bir kitabı ya da gazeteyi okuduğunu şikâyet hattına bildirmek bambaşka bir ruh halini gösterir bize. Burada tanrıya karşı sorumluluğunu yerine getirmeye çalışan itaatkar bir köle vardır: Saldırgan ruhunu böylece kontrol altında tutmaya çalışır. Bunun yaygınlaştığı toplumlarda çürüme ise had safhadadır. İhbar eden için yaşanan haz çok büyüktür. İhbar edilen için kendisine yapılan olmadık bir suç isnadını temizleme yarışına dönüşür. Kendi yaşamsal yönelimi artık tehdit altındadır. Kör kuyularda salınmakta, merdivensiz kalmaktadır.

Böylece herkes yaralanır.

İhbarcının ruhu zaten karanlıktadır, kör kuyulardadır; ihbar edilen üstüne olmadık bir şey yapıştırıldığı için yeni düşmüştür cendereye.

Böyle böyle hayat acılarla sürer sürmesine de ihbarın değişik çeşitleri vardır. İhbar edilene, üstüne bir de, “Sen kendi kendini ihbar ettin”, demek bize has bir şey olmalı.

Bunu Brecht bile yazamazdı!