Ne zaman yola düşsem aklıma çocukluğum gelir. Her çocuk bayramında kırmızı elbiseli Ayşe döne döne şarkı söyler. Ne zaman oyuncak bir bebek görsem, önce gözlerine bakarım. Çocukluk derin bir kuyudur. Karanlık bi gecede başında bekler, ayın yansımasını izlersin,içine dalıp, bir kaç nefeslik anıyla yüreğini tazelersin.

Benim bir bebeğim vardı, yanakları al aldı

AYŞE ALAN

Evden okula adımlarımı sayarak giderdim. Küçük adımlarım, büyük adımlarım, yağmur sularının üzerinden atlamalı adımlarım, okula geç kalırken koşmalı adımlarım… Bunu yapınca yol daha mı kısa olurdu, daha mı uzun bilmiyordum. Bıkmadan usanmadan sayıyordum. Kafamın karışık olması, sayıları unutuyor olmam, belki de her seferinde yanlış sayıyor olmam hiç de umrumda değildi. Sayılarla bi derdim yoktu. Derdim yolun kendisiydi.

O gün de önüme bakarak adımlarımı sayıyordum. Etrafıma bakmaktan imtina ederdim. Korktuğum için değil; hep bir parça tedirginliğim olurdu ama sebep bu değildi. Gördüklerimi beğenmiyordum. Kaldırımı olmayan çarpık yollar, imalathaneler, tamirciler, marangozhaneler, bol talaş, gres yağı, egsoz kokusu. Yağmur yağınca yol kenarında dizi dizi kıvrılan iri, renksiz solucanlar bile daha güzel gelirdi gözüme. Keşke etrafımfakileri başka türlü görmeyi başarabilseydim. Oysa hayal kurmayı çok sever, filmlerdeki hayalci karakterlere özenirdim. Bunlar genelde kız çocukları olurdu. İçinde bulunudukları durumu en olumlu şekilde görür, ne bileyim sefil durumda olan evlerini bir şato gibi hayal eder, mutlu olur, üstüne üstlük bunu başkalarına heyecanla anlatarak etrafa neşe saçarlardı. Yıllar sonra bu durumum aklıma düştü. Acaba yaşadığım onca şeyi başka türlü görmeyi, kocaman heveslerden minicik mutluluklar süzmeyi neden hiç becerememiştim? Okul yolunu ışıklı bir cadde gibi düşünebilirdim mesela. Üzerindeki atölyeleri de pastane,lokanta, butik gibi renkli, canlı, izleye izleye yürüyeceğim, ışıltılı bir sahne gibi. Peki ya okulum? Okulumda yere bakmazdım ki! Göğsümü gere gere, başım yukarıda atardım adımlarımı. Bahçe kapısından girince bir harikalar diyarı açardı kollarını bana. Orası benim ışıltılı sahnemdi ve hiçbir dokunuşa ihtiyacı yoktu.

O gün de adımlarını saydım. O gün de gördüğümü başka türlü düşünemedim okula yürürken. Neyse oydu işte. Günlerden Cumartesi. Günlerden 23 Nisan. Hızlı adımlar ve çarpan bir kalp ile yürüyorum. Kıpkırmızı, beyaz puantiyeli, karpuz kollu bir elbisenin içindeyim. Cılız bacaklarımda bembeyaz çoraplar. Okula varınca sınıfın bütün kızları ile bir örnek olacağım. Peki bebeğim? Bebeğim nerede?

Birazdan seksenli yılların okul bayramlarında neler oluyorsa, bir benzeri olacak. Müdür günün anlam ve önemini belirtecek, koro hep bir ağızdan sevinin küçükler, öğünün büyükler diyecek, bir çocuk en gür sesiyle bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan mısralarını okuyacak. Mikrofondan bol cızırtılı sesler gelecek, belki ses gidecek. Bir şiir ya da şarkı yarım kalacak. Sahnedeki çocukların bacakları titreyecek. Birazdan ben ve sınıfın diğer kızları şarkı söylerek dans edeceğiz. Bahçenin ortasında halka olup, döne döne ritmik hareketler yapacağız. Bu kez de adımlarımı sayacağım. Aynı okula gelir gibi, ama daha dikkatli. Ben önümdeki arkadaşımla aynı adımları atacağım, arkamdaki benimle. Ya yanlış yaparsam, ya yanlış yaparsak diye düşünüyorum bir yandan. İşte okul tam karşımda. Otuz adım kaldı. Ezberlemişim. Ayaklar tamam da, ellerim ne olacaktı peki? Elleri ne yapıyorduk? Eller belde miydi yoksa? Hayır o birinci sınıftaki çocuk bayramıydı. Bebeğim, bebeğim nerede? O an donuyorum. Yüreğim ağzımda. Okula nasıl girdiğimi hatırlamıyorum. Bahçede öğretmenim, etrafında sınıfın kızları var. Kıpkırmızı bir çember. Eve geri mi dönsem? Evet evet, en iyisi eve dönmek. O sırada öğretmenim sesleniyor: “Koş kızım son bir prova yapacağız.” Gözümde yaşlarla gidiyorum yanına. Öğretmenim bebeğim. Bebeğimi evde unuttum.

Bebeğimi evde mi unuttum? Evde oyuncak bir bebeğim var mıydı? Çok zorladım hafızamı, anımsayamıyorum. Belki bir bebeğim vardı ama okula getirmek isteyeceğim türden değildi. Bilerek mi unutmuştum yani?

Benim bir bebeğim vardı

Yanakları al aldı

Gözleri boncuk mavi

Saçları kumraldı.

Acaba bu sözlere uygun görmemiş olabilir miydim evdeki bebeğimi? Ama böyle de olmaz ki. Tüm kızlar parlak saçlı bebeklerini kollarında sergilerken, benim ellerim bomboş mu kalacak? Öğretmenim evi okulun hemen yanında olan arkadaşımdan beni evine götürüp bir bebek vermesini istedi. Koşarak çıktık, koşarak eve vardık. Kapıyı açan babaya derdimizi anlattık. Baba içeriden bir bebek getirdi. Bu bebeği halam Almanya’dan getirdi dedi arkadaşım övünerek. Uzun sarı saçlı, bal gözlü bir kızdı. Bense donmuştum. Babanın uzattığı bebeği çekinerek aldım kollarıma. Ne diyeeğimi bilemedim. Erkek bir oyuncak bebekti bu. Hiç erkek bir oyuncak bebek görmemiştim. Ne saçma diye düşündüm. Hatta ne utanç verici! Şarkıda kumral saçları var bebeğimin, ama bu bebeğin saçı yok. Gözleri mavi en azından. Korkunç bir mavi ama. Gözleri de beğenmedim. İnsan böyle bir oyuncakla neden oynamak ister ki? Yanakları da al değil. Kız bebek olsa yanaklarına pembe boya sürülmüş olurdu, o da yok. Bebek benim değil. Yanakları al değil. Saçları kumral değil. Elimde tek kalan mavi gözler. Bir şey daha var, rengini anımsayamadığım kısacık bir elbise giydirilmiş. Demek arkadaşım bebeğini kız yapmaya çalışmış. Keşke elbise uzun olsaydı, keşke dansımı yaparken bir elimle kel başını, bir elimle orasını kapatmak zorunda kalmasaydım.

Sahne bizim. Bahçede çember oluyoruz, kucağımızdaki bebekleri bir sağa bir sola sallayarak dönüyoruz. Benim başım dönüyor, karnımda bir ağrı, terliyorum ama adımlarımı hiç şaşırmıyorum. Aferin bana! Oysa sıramızı beklerken hiç umudum yoktu. Sınıftaki oğlanlar birbirlerine gösterip, bakın Ayşe’nin bebeğinin pipisi var demişlerdi. Seyircilerden de duyanlar, hatta gülenler olmuştu. İçten içe onlara hak veriyordum, pipili bebek mi olurdu? Bir yandan da gözlerim öğretmenimi arıyordu. Öğretmenimiz son hatırlatmaları için yanımıza gelmişti. Elini başıma götürdü. Saçlarımı okşadı. Oğlanlara dönüp Sizin bebekken pipiniz yok muydu dedi. Bir sessizlik oldu. Sonrası daha kolay oldu. Oyun bitti, tören sona erdi. Öğretmenim bana dayanma gücü vermişti. Bitmek bilmeyen bir iştahla, her gün o bahçe kapısına adımımı attığımda, kendime kendimden bir koza örerdim. Yumuşacıktı içi, sıcacıktı. İçinde bana iyi gelen ne çok şey vardı!

Ne zaman yola düşsem aklıma çocukluğum gelir. Her çocuk bayramında kırmızı elbiseli Ayşe döne döne şarkı söyler. Ne zaman oyuncak bir bebek görsem, önce gözlerine bakarım. Çocukluk derin bir kuyudur. Karanlık bi gecede başında bekler, ayın yansımasını izlersin,içine dalıp, bir kaç nefeslik anıyla yüreğini tazelersin. Bazen bir karın ağrısında, bir saç telinde, bir simitin susamında, bir gazoz kapağında, ya da eski bir fotoğrafta ağzında buruk bir tat, içinde yarım kalan heveslerle küçük taşlar atarak seyredersin. Okulu ise kuyunun göğe en yakınında ya da en karanlığında bulabilirsin çünkü ışığı da göstermiştir, nefessiz de bırakmıştır okul. Çünkü çocuk sırtında sadece çantasını değil, evini de taşıyordur ve en ağır yükü de bu olmuştur. Okulun anlamını arıyorsanız en çok buraya bakın. Ve çocuklara gerçekten dokunmak istiyorsanız adımlarınızı sağlam atın!