Gerçekleri yazmak, tespitleri yapmak güzel ama sanıyorum hepimizin ilham verici başarı hikâyelerine de ihtiyacı var. En çok da başarının neye benzediğini anlamak için başarı hikâyeleri dinlemeye ihtiyacımız var. Bir arkadaşımla sohbet ederken, ”Bizi ileriye götürecek, ilham verecek hikâyelere ihtiyacımız var, bu futbolda da böyle olmalı. Hangi hikâyeyi anlatırsan onun özündeki değere sahip çıkarsın. Başarı anlat ki ilham alalım, başarı koşullarının sandığımızdan farklı şeyler olduğunun farkına varalım” deyince bu haftanın konusu da kendiliğinden ortaya çıktı.

2006 Haziran ayı;

Üniversiteler arası Avrupa Futbol Şampiyonası için yaptığımız tüm hazırlıklar bitmiş, takıma aldığımız pantolon gömlekler hazır durumdaydı. Bir takım forma vardı; sağ olsun Eray da bir sponsor bularak ay yıldızlı bir forma yaptırmış, bizi rahatlatmıştı.

Haliç Üniversitesi’nin o zaman toplam bin civarında öğrencisi vardı. Gündüz Gedikoğlu ile Rektörü Ahmet Çakır da o zamanki sınırlı kaynaklar çerçevesinde masraflarımızı karşılayacaklardı.

Hollanda’nın Eindhoven şehrinde yapılacak olan şampiyonaya 3 senelik bir birikim ve 3 sene sonunda Süper Lig’e çıkmak için yaptığımız mücadeleyi başarmanın özgüveni ile gidiyorduk.

16 takım içinde biz de vardık ve bu sürecin parçası olmak tam 3 senemizi almıştı, bizim için çok önemli hedefti…

Kaleci Korcan Çelikay o zaman Beşiktaş PAF’da oynuyordu, Galip Güzelde Galatasaray’ın PAF Takımındaydı. Kıvanç, Caner, ikizler; Hasan-Hüseyin, Eray, Tolga, Cihan, Halil İbo, Mehmet, Volkan, Ferhat, Küçük İbo, Ümit, Mustafa tüm takım amatör liglerde oynayan öğrencilerden oluşmuştu.

Avrupa’da bir turnuvanın parçası olmak benim hedeflerim içinde her zaman ön plandaydı, bunu Haliç Üniversitesinde gerçekleştirmem, benim ve Haliç Üniversitesi için anlamlı bir gururu beraberinden getirdi.

İlk antrenmanımızda ilginç bir şey yaşadık; yalnızca 3 tane topumuz olduğundan antrenman için İsviçre takımından top istemek zorunda kalmıştık; topları bize verdiler ama 3 topumuz olduğuna inanmadılar.

Gruptan birinci çıkmak önemliydi bizim için, hatta İtalya ile bu uğurda epey çekiştik. Diğer gruptaki Sırbistan çok iyiydi, onlarla final oynamayı gözümüze kesitrmişken erken karşılaşmak istemiyorduk.

Caner’in ayağına sağlık, İtalya’ya son dakika golü bizi birinci yapmıştı.

Aynı İtalya, Sırbistan’ı yenerek 3 maç sonra finalde karşımıza geldi. “İtalyanlar sokakta da aynı sistemi mi uyguluyorlar?” diye aramızda epeyce konuştuk. Finaldeki hedefimiz kazanmak, stratejimiz ise İtalya’nın maç esnasında hiçbir şekilde öne geçmemesiydi, yoksa maçı orada bitireceklerini biliyorduk.

Caner’in golü ile öne geçtik, ilk yarının sonunda gol attılar ve ilk yarı berabere kapandı. İkinci yarıda Hali İbo tekrar bizi öne geçirdi ama pes ederler mi hiç? 90+4’te de beraberliği tekrar sağladılar. Uzatmalarda Hüseyin’in attığı gol bizi şampiyonluğa taşımıştı.

Takımın orada elde ettiği şampiyonluk Haliç Üniversitesi’nin bize inanmasını sağlamış, prestij ve saygınlığını artırmıştı.
O süreç içinde kürsüye çıkmak, iyi top oynamak ve tüm katılımcılar arasında yer almak önemli bir duygu yoğunluğuydu, bunu anlatmak mümkün değil…

Tek kaygımız iyi futbol oynamaktı, temsil ettiğimiz kurum bizden sadece bunu istiyordu… Bunun karşılığı bize kalmış bir sorumluluktu... Hangi işi yapıyor olursanız olun “en iyisi olmak ve en iyisini yapmak” önemli.

2011 ve 2012 yıllar daki şampiyonluğun da çıkış noktası 2006 yılından o güne kadar yüksek tuttuğumuz motivasyon, inanç ve birikimdi.

Üniversitenin girişindeki kupa standının içi 16 senelik bir üniversiteden beklenmeyecek kadar zengindir. Her üniversitenin bir misyonu ve çıkış noktası vardır, bu kaybedildiği zaman hikâye biter.

Bir ülke için spor ve özellikle takım halinde oynanan, birleştirici etkisi tartışılmaz futbol çok önemlidir. Toplumun başarı, kazanma, birlik, kimlik ve beraberlik duygusunu çok besler.

Tüm üniversitelerin futbola bu gözle bakması ve kaynakları düzenlerken buna uygun düzenlemeleri önemli.