Anayasa Mahkemesi hakkında bir şeyler yazacaktım gerçekten de sıkıldım. Ben mizah yazarıydım, ne ara anayasa filan muhabbetlerine girdim ya? Oturun okuyun. Sezer’den beri süregelen hukuka uygun ama etik olarak saçma sapan atama mevzularında geldiğimiz son nokta. Özetle AYM’ye de artık keyfe göre -hukuki bir şekilde- atamalarla üye seçiliyor. Konuyu merak eden vatandaşların Kemal Gözler’in Elveda Anayasa Mahkemesi – İrfan Fidan Olayı yazısını okumasını şiddetle öneririm. Adresi de şöyle bırakıyorum, Google’a yazmak yerine buradan da gidebilirsiniz: anayasa.gen.tr/irfan-fidan-olayi.htm

Aman bana ne gerçekten de bıktım, yıldım. Cem Uzan’ın da dediği gibi, daraldım, sıkıldım, isyan ettim, isyan... Memleket zaten atananların atandıklarını unutmadıkları ama atanmaktan da vazgeçemedikleri bir yer haline geldi. Misal BÜ’ye atanan birey, ‘Ya beni burada kimse istemiyor, ben en iyisi uzayayım’ diyerek istifa edebilir mi sizce? Bence yemez... Memlekette bakanlar bile, damatlar bile Instagram’dan neredeyse Demet Hanım kadar bozuk bir Türkçeyle istifa edip sırra kadem basıyor, Bermuda Şeytan Üçgeni’nin içine giren gemiler gibi kaybolabiliyor. Onca zaman bakanımı şakşaklayan medya oskarlı tayfa da sessizce kenarda bekliyor. Adeta komut bekleyen bir dron gibi. Dron ne zaman nereye uçacak, kimi çekecek, kimi çekmeyecek tek bir elde odaklanmış, tek yollu bir düşüncenin kölesi olmuş durumda bekliyor. Korku, itaat ve daha fazla korku arttıkça, dronun diğer tarafındaki elin sahibi de paranoyaya ve delüzyona doğru koşar adımlarla ilerliyor.

Gerçekliğin dışında yaşayan bir zihin, her çağda kendini saçma sapan açıklamalarla, gerçekliği kendi istediği gibi eğip bükme hareketleriyle kendini kilometreler ve yıllar ötesinden belli edebiliyor. Yaşadığımız günlerle, 2. Dünya Savaşı’nın son günlerinde, yenilmesine rağmen sığınağında ‘İngilizler gelip beni kurtaracak’ diye düşünen bireyin zihin akışı ve düşünme biçimi neredeyse benzer. Olmayan şeyleri oluyor gibi görmek sadece bu yıllara, ya da sadece Trump gibi çılgınlara özgü değil. Bu davranış biçiminin adı da, tanımı da, adresi de belli. Gerçekliğin aynasına bakmaktan çekinip kendini sürekli daha güzel resmettiren Hollandalı, Fransalı krallar, kraliçeler, asiller de bu paydada... Ortamımız belli. Zengin fakir kendini belli etsin.

Bir yandan da başka yalanlar dolanlar içinde sürekli Türk filmlerinde kirletilen kadınlar gibi takılıyor. Sürekli bizi bir takım vaatlerle kandırıyorlar, sürekli ‘ama öyle dememiştinnn’ diyoruz. Sürekli akıllanmayan bir arkadaşınız olsa, bir noktada acaba ‘Amaan ne hali varsa görsün’ mü dersiniz? Yoksa her şeye rağmen arkadaşınızı kurtarmak için elinizden geleni yapmaya mı çalışırsınız? Vermemiz gereken cevabın sorusu bu. Muhtaç olduğumuz cevap hepimizin ahlakında saklı.

Yazımı güzel grup Büyük Ev Ablukada’dan bir parçanın sözlerinin bir kısmıyla bitiriyorum:

Pencereler kapılar çarpıyor
Evlerin içi hep rüzgâra teslim
Duruyorum âlemin orta yerinde
Herkesin kantarı kendi belinde
Hepimizin evine giren aynı hırsız
Bir de kafamızın tepesine sıçıyor
Herkesin bildiği her şeyi bilmeye
Görmezden gelmek deniyor.
...

Uyusun da büyüsün, gerisi kolay
Yorganı yak, göllere maya çal
Eşeğe ters bin gözünü kapa
Kafalar boş ama doluyor kasa.