Can çekişen kapitalist sistemle birlikte çatırdamaya başlayan Windsor Kalesi'nin duvarları yıkılır ve biz bütün bu krizlerin arasında yeni bir çağın başlangıcına tanık olur muyuz?

Benim kralım değil
Kraliçe II. Elizabeth’in ölümünün ardından pek çok kişi monarşiyi protesto etti. (Fotoğraf: AA)

SEMİHA DURAK

Genç Avukat Paul Powlesland, Westminster Parlamentosu’nun önüne tek başına giderek elindeki boş kâğıdı havaya kaldırdığında, başına neler geleceğini kestirebiliyordu. Paul’ün bunu yapma nedeni, Kraliçe II. Elizabeth'in ölümünün ardından oğlu Charles'in kral ilan edilişini "Benim kralım değil" yazan kâğıtlarla protesto edenlerin tutuklanmasına itiraz etmekti. Tam tahmin ettiği gibi, bir polis memuru yanına geldi; kâğıdı indirmediği takdirde onu tutuklayacağını söyledi. Elindeki kâğıdın boş olduğunu belirten Paul'e polisten gelen yanıt şöyleydi; kâğıda birilerini rencide edecek bir şeyin yazılma ihtimali, Kamu Düzeni Yasası'nın ihlali dolayısıyla Paul'ün tutuklanmasına neden olabilirdi.


Bu sırada, muhalefetteki İşçi Partisi "Tanrı kralı korusun" mesajı yayınlıyor, geçmişte insan hakları konusunda yazıları bulunan parti başkanı Keir Starmer kraliyete gösterilmesi gereken saygıdan söz ediyor, protestocuları kınıyordu. Bütün bunlar, içinde olduğumuz gerçekliğin mükemmel bir mikro-kozmozu gibi. Hayatımız gerçek bir komedi.

Sahip olduğu ayrıcalıklarla bu komedinin başrolünü kapan Kral III. Charles, ekranlara ilk yansıyan görüntülerinde hizmetkârlarını konuşmaya lüzum bile görmeden, küstah ve sevimsiz mimikleriyle azarlıyor, elleriyle emrediyor, kalemin akan mürekkebine söylenen huysuz bir ihtiyar portresi çiziyor. Karısıyla Buckingham Saray'ına taşınacağı için eski evinin hizmetkârlarını işten çıkarmakta vakit kaybetmiyor. Herkesten üstün ve ayrıcalıklı olduğunu baştan kabul ettiğimiz Windsor Hanedanı'nın tahta çıkan son üyesinin tavırları; taç ve tahtın kan bağıyla devri; parlamento, demokrasi ve saltanatın aynı cümle içinde kullanılışı kimseyi şaşırtmıyor, olağan karşılanıyor.

'Aslında Cumhuriyetçiyim ama…" diye söze başlayanlar Kraliçe II. Elizabeth'in yetkilerinin yalnızca sembolik olduğunu söylüyor, yeryüzünün tanık olduğu kölelik, ırkçılık, katliam, savaş ve insan hakları ihlallerinin en önemli aktörlerinden biri olduğuna inanmak istemiyorlar.

Tüm dünyanın, şatafatlı yaşantıları, aile kavgaları, düğünleri ve entrikalarıyla sanki bir melodram tadında, yakın plan izlediği bu zengin aile herkesten üstün ve ayrıcalıklı oldukları gibi saçma sapan bir iddiaya rağmen seviliyor, korunuyor.

Kraliçe, yalnızca kuğuların ve yunusların değil, topraklarında yaşayan vatandaşların da sahibi sayılıyordu. Sanki bu çok normal bir şeymiş gibi her gün işe gidiyor, internet kullanıyor, uzay araştırmaları, bilimsel kesifler yapıyor, eşitlik yasaları ve insan haklarından söz ediyor oluşumuz gerçekten de komik.

Kraliçe’nin tabutuna bakmaya gelenler kuyruklar oluşturuyor. Belki meraktan, saygıdan, oyuna uyumdan. Şehir, çiçek mezarlığına dönüşüyor. Sonra biri çıkıp bağırıyor: "Andrew hastalıklı herifin tekisin!" O sırada tabutun arkasında yürüyen, Kraliçe’nin yaşarken koruyup kolladığı sevgili oğlu, adı seks ve yolsuzluk skandallarıyla anılan Prens Andrew'e söylüyor bunu. Polis, yaka paça alıyor, tutukluyor adamı. Prensi değil, adamı.

Sanki eski bir masalın yankısının içindeyiz. "Kral Çıplak" yerine "Benim Kralım değil" diyor bu kez bağıranlar. Çıplak olan kral değil, halk çünkü. Kralın her şeyi var ama halk gittikçe fakirleşiyor. Önümüz kış. Ödenmesi gereken yakıt ve elektrik faturaları var. Başbakan Truss, enerji faturalarını yılda £2,500 sterlini geçmeyecek şekilde sınırladığını 'müjdeleyen' paketini açıkladı. 2021 ile karşılaştırınca, bu yüzde 120 oranında bir artış demek oluyor. Bu 'dramatik' artışın yiyecek ve barınma gibi yaşamsal harcamalara da yansıyacağı düşünülürse halkın dramatik durumu da ortaya çıkıyor. Ama şu an cenaze dolayısıyla yastayız. Evsiz ve fakirlere yiyecek sağlayan gıda bankaları (Foodbank) Kraliçe’ye hürmetten kapatılıyor. Bu çağın aristokrasisi daha mı vahşi? "Ekmek yoksa pasta yesinler" değil; "Bırakın hiçbir şey yemesinler" diyorlar. Kanser hastalarının bile hastane randevuları iptal ediliyor. Bunun gibi bir dolu saçmalık.

Bu sırada, hayırsever ve yıllara meydan okuyan Kraliçe’nin yetki sahibi olduğuna inanmak istemeyenler, Kenya'daki sömürgeci katliamda, Windrush skandalındaki ırkçılıkta, Irak'taki savaş suçlarında gerçek sorumlunun Kraliçe değil, başbakanlar, derin devletler, gizli servisler ve kapitalist sistemin olduğunu anlatıp duruyorlar. Kraliçe’nin ve üyesi olduğu İngiliz monarşisinin kapitalist sistemin tam çekirdeğinde, bu sistemi ayakta tutan ana öğelerden biri olduğu unutuluyor.

Yazar Laura Clancy geçenlerde yayımlanan makalesinde, İngiliz monarşisinin sermaye, kâr ve sömürü öğeleriyle kapitalist bir şirket gibi işlediğini anlatıyor. Küresel şirketlerle yakın ilişkileri, yatırımları olan İngiliz monarşisinin kapitalizmle ayrıştırılamaz bütünlüğü Paradise belgelerinde de ortaya çıkmış; belgeler önce şaşkınlık uyandırsa da yine peri masalının, melodramın gölgesinde kalmış, unutulmuştu.

1200 yıllık tarihinde 61 hanedana sahip olmuş İngiliz Monarşisinin son temsilcisi Windsor Hanedanı, adını Kraliçe Elizabeth'in büyükbabası Kral V. George zamanında almış. Ailenin önceki ismi oldukça uzun: Saxe-Coburg-Gotha. Bu soyadı değişikliğinin nedenleri soyadındaki seslerin çağrıştırdığı ipuçlarında gizli. Aslında değişikliğin yapıldığı tarih bile yeterince açıklayıcı: 1917. Bu uzun soyadı, 1. Dünya Savaşı'nın ortasında, Alman Gotha bombalarıyla yaşayan halkın dikkatini, kraliyet ailesinin Almanlarla olan akrabalığına çekiyor, aynı zamanda Rus monarşisi Romanovlarla olan kan bağına da işaret ediyordu. Ve takvimler 1917 yılını gösteriyordu! Bolşeviklerden çok korkan Kral George, kuzeni II. Nicholas'ın sığınma talebini reddedip soyadını değiştirerek Romanovlar ve Almanlarla akrabalık bağını koparacağını düşündü.

Yarınki cenazeye davet edilmeyen ülkeler arasında Rusya da var. Nedeni elbette Romanovlar değil, şu an Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşın gerilimi. Ama tarihin eski husumetleri de sanki hiç bitmiyor gibi. Rus akrabalarla olan gerilimin tarihi Kraliçe Victoria’ya uzanıyor. Nedeni hem kişisel, hem politik. Biraz aşk, biraz Hindistan, biraz Afganistan, biraz da Kırım.

Tarihin olay örgüleri aşk, para, din ve bunlarla bağlantılı diplomatik çekişmeler ve savaşlar etrafında dönüyor. Din, İngiliz Monarşinin sahip olduğu, onu ayakta tutan güçlerden biri. Kraliçe Elizabeth'in oğlu Charles’a bıraktığı mirasın içinde İngiltere Kilisesi’nin başkanlığı ve İnancın Savunucusu unvanları da var.

Kraliçe’nin bu unvanlarla beraber, dayanıklı duruşuyla da yansıttığı "Britanya'nın bütünlüğünü koruyan" imajının oğlu Charles’ta bulunmadığı konusunda herkes hemfikir. Brexit, pandemi ve beceriksiz hükümetlerin katkısıyla yükselen ekonomik ve siyasi krizlerle düşüşe geçen Britanya’yı bir süre daha bir arada tutan Kraliçe’nin cenaze töreninin ardından neler olacağı bütün dünyanın merakla beklediği bir konu.

Birleşik Krallık'ı bekleyen ilk ciddi kriz, İskoçların Avrupa Birliği’ne katılmak için bağımsızlık ilan etmesi. Kraliçe’nin son nefesini 'çok sevdiği' İskoçya’da vermesi bile bunu değiştirmeyecek gibi görünüyor. İskoçya’yı Kuzey İrlanda da takip edebilir. Miras vergisinden muaf olan Kral III. Charles belki de bu vergiyi ödemek zorunda kalacak.

Hanedana ismini veren Windsor Kalesi, vaktiyle aileye kale gibi koruma sağlamış. Ama bakalım bunu daha ne kadar yapabilecek. Can çekişen kapitalist sistemle birlikte çatırdamaya başlayan Windsor Kalesi'nin duvarları yıkılır ve biz bütün bu krizlerin arasında yeni bir çağın başlangıcına tanık olur muyuz?

Şehrin bir ucunda cenaze kuyrukları uzarken, "Benim kralım değil" protestoları da devam ediyor. Paul ve onun gibilerin cesaretli durusu sonucu, polis bildiri yayımlamak zorunda kaldı: "Halk elbette protesto yapma hakkına sahiptir."