Mo Yan adını Nobel’i kazandığında duyduk, hakkında yazı yazabilecek bir kişi bile yoktu Türkiye’de. Patrick Modiano’nun, ondan öncesinde Herta Müller’in romanları hiç ilgi görmemiş, yayınevleri depolarında tozlanmaya terk edilmişti

Benim Nobel’im

ONUR BEHRAMOĞLU - @onurbehramoglu

Theodor Mommsen, Henrik Pontoppidan, Grazia Deledda, John Galsworthy, Harry Martinson isimleri belleğinizde hiçbir çağrışım yapmayacak ama hepsi de Nobelli edebiyatçı. Tereddütsüz tanıyacağınız Ernest Hemingway, Samuel Beckett, Dario Fo, Gabriel Garcia Marquez, Günter Grass da Nobelli. Lev Tolstoy’dan Yaşar Kemal’e, Milan Kundera’dan Italo Calvino’ya Nobel almamış büyük yazarlar; bir de, bazılarımıza çok şeyler söyleyip bazılarımıza henüz dokunamamış Nobelliler var: T.S. Eliot, Joseph Brodsky, Eugenio Montale, Tomas Tranströmer gibi şairler; Ivan Bunin, Heinrich Böll, Elias Canetti, Necib Mahfuz gibi yazarlar…

Marcel Proust’un, James Joyce’un, Franz Kafka’nın ve hepsinden önce modern romanın temellerini atmış şair Rainer Maria Rilke’nin Nobel’i yok. Kalbimizin bütün ödüllerini kazanmış Nâzım Hikmet, Andrey Platonov, Stefan Zweig, Umberto Eco ya da Haruki Murakami’nin Nobel’i hak etmedikleri söylenebilir mi? Yunan şiir mahşerinin dört atlısından Kavafis’le Ritsos, Nobelli Seferis ve Elitis’ten eksik değil ama ödülsüzler. 42 yaşında bu onura erişen Rudyard Kipling ile 88’inde ödüllendirilen Doris Lessing aynı mutluluğu mu yaşamışlardır dersiniz? Ödülün yedi kez İsveçli yazarlara verilmesinde bir kayırmacılık yok mu sizce de? En çok ödüllendirilen dillerin sırasıyla İngilizce, Fransızca, Almanca olması; 1901’den bu yana verilen Nobel’in erkekler arasında paylaştırılıp şimdiye dek sadece on dört kadın yazarın ödüllendirilmesi şaşırtıcı mı peki?

Mo Yan adını Nobel’i kazandığında duyduk, hakkında yazı yazabilecek bir kişi bile yoktu Türkiye’de. Patrick Modiano’nun, ondan öncesinde Herta Müller’in romanları hiç ilgi görmemiş, yayınevleri depolarında tozlanmaya terk edilmişti. Hatta, Müller’in ödüllendirilmesini antikomünistliğine bağlayan makaleler okuyup, geçmiş yıllarda benzer cümlelerle karalanmaya çalışılmış Pasternak’ı, Soljenitsin’i anmıştım. Sağcı yazar Mario Vargas Llosa’yı da ödüllendirmişlerdi oysa, komünist Pablo Neruda’yı da. Yorumlara aldırış etmeyerek, ‘Tilki Daha O Zaman Avcıydı’ ile ‘Yürekteki Hayvan’ı, Müller’in iki romanını hemen alıp okumuş, “İlk sıcaklar ve ilk soğuklar yaşlıları alır götürür. Hangi günlerde yaşlıları çiçeğe dönüştüreceğini bilir yaz…” diyebilen bir yazarı tanımamı sağlayan Nobel’e teşekkür etmiştim. Kenzaburo Oe’yu da ödülle duydum, “Kanada’nın Çehov’u” Alice Munro’yu da. Adlarını Nobel’le öğrendiğim Derek Walcott, Seamus Heaney, Wislawa Szymborska gibi şairlerle aynı zaman diliminde yaşamanın anlamını hâlâ bilmiyorum zira hâlâ okuyamadım onları. Koca Thomas Mann’ı, William Faulkner’ı, ödülü reddetmiş Jean Paul Sartre’ı hakkıyla okudum mu sanki?

‘Anna Karenina’nın açılış cümlesi: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.” Romain Gary’nin unutulmaz romanı ‘Onca Yoksulluk Varken’den bir cümle: “Bence çok çirkin biriyle yaşadığınızda, sonunda onu çok çirkin olduğu için de seversiniz.” Bir cümle daha: “Merdivenleri çıkması yasaktı, çünkü merdivenleri hep kalp taşır.” Ve bir cümle daha: “Sahanlığa çıktık, yüzüme baktı. Adamı üzmek istediklerinde hep öyle yaparlar.” Rastgele açılan bir sayfada, ömrü boyunca tüm ödüllere karşı çıkmış Leylâ Erbil: “Çölü bildiniz mi / yokluğu / susuzluğu / gözleri kör eden esişini / kumun / açlığı / yoksulun gırtlağını / açın ahlakını bildiniz mi” ya da Sevgi Soysal: “Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.”

Demek ki ödül değil ölçü. O zirveye tırmanıp neredeyse ölümsüzleşmişler de var, unutulup gitmişler de. Cervantes, Shakespeare, Dostoyevski denildiğinde Nobel’i gölgede bırakan sıradağlar geliyor da hatırımıza, ödülü bu yıl kazanan yazarı çıkarabilmek için internete tekrar bakmamız gerekiyor! (Şu an sizin de, “Sahi kim almıştı ödülü?” dediğinizi biliyorum.) Orhan Pamuk’u ödül vesilesiyle biraz daha merak edip önemsiyoruz belki ama Wole Soyinka bir muamma, Gao Xingjian telaffuzu zor bir ad, Anatole France dedelerimizin zamanına ait bir eski eser hissiyatı bırakıyor yalnızca. Hem sonra ödüle filan aldırmadan bir Sait Faik, bir Sabahattin Ali, bir Gülten Akın okumak değil midir içimizi ısıtan? Beş yüz sene sonraya hangi yapıtların kalacağını kim biliyor ki?

Tuncay Özkan tek başına iki yıl boyunca hücreye kapatılmışken ona dair yazıp BirGün’de yayımladığım makaleyi gazeteden kesip hücre duvarına astığını söylemişti kızı Nazlıcan. Benim Nobel’im odur. Haftanın bir günü hayatın şiirine dair konuşmalar yaptığım okulda anlattıklarımı gizli gizli dinleyen mutfak görevlisinin örüp armağan ettiği kaşkol, yüzünü görmediğim okurdan gelen mektupta yazılı “Sen hepimizin çocukluğumuzda yaslandığı büyük yeşil ağaçsın” cümlesi, ödünsüz şair tavrının bütün kurumlara, iktidarlara, ödüllere meydan okuyan lirik ve epik sesidir benim Nobel’im. Bu dünyadan Sergey Yesenin, Enver Gökçe, Furuğ Ferruhzad da geçti, bilmektir. Kirazkuşudur, söğütbülbülüdür, serçedir. Köpeklerdir, atlardır… Hele de yaralı ya da yavruluyken bütün hayvanların insanı utandıran bakışlarıdır benim Nobel’im.