Teklik ve farklılıklarıyla, birliktelikleriyle zenginlik... Yaşam ve ölüm arasında. Anlatıya ve alımlanmaya konu olan her şey var olduğu haliyle önemlidir. John Berger bize bunu anlattı

Berger’in mirası

MERAL CAMCI

Her şey var olduğu haliyle değerlidir. Her şeyi oluşturan her bir. Tek tek kendi içkinliğinde olduğu kadar topluca birbiriyle girdiği ilişkiler kadar çokluğunda. Her bir imgenin varlığı, bu varlığı tanımlayan nitelikler, rengi, kokusu, biçimi, ışığın imge üzerindeki kırılmalarına bağlı farklılaşmasında, farklı alımlanışında; görülmesinde, koklanmasında, dokunuşta çoğalan biriciklikler. Bir ve biricik. Her biri var olduğu haliyle durup alımlandığında önemlidir. Çok çeşitli bağlamlara, zaman ve mekâna göre değişen, çoğalan insan, hayvan, ağaç, nehir, deniz, toprak, beton, gökyüzü, köy, kent, fabrika, ağıl, sözcükler, anlam, mücadele, aşk, ölüm, nesneler, duygular ve duyular... Görme biçimlerimiz çoğaldıkça çoğalır. Hem imgeler çoğalır, hem biz, hem yaşam. An çoğalır; durup baktığımız ve alımladığımız anda an genişler, uzar, genleşir. Zaman uzama yayılır. Şeyler ve imgeler yerine insanı, hayvanı, otları, ağaçları, böcekleri, doğanın binbir bileşeni canlıyı koyalım... Teklik ve farklılıklarıyla, birliktelikleriyle zenginlik... Yaşam ve ölüm arasında. Anlatıya ve alımlanmaya konu olan her şey var olduğu haliyle önemlidir. John Berger bize bunu anlattı.

Anlatıcı John Berger’i pek çok kişi için bu kadar kıymetli kılan, mesafelere rağmen bu kadar yakın kılan neydi? Sınırlara, dile, kültüre, zamana ve uzama bağlı kalmaksızın bizi onun çevresinde bir araya getiren neydi? Bizleri tek tek ve topluca eksilten ölümüyle- Ki, öldü, hayatını kaybetti türünden dile getirişleri bile kifayetsiz kılan bir eksilme halidir bu. Söndü, belki daha doğru bir sözcük olacak.- öz neydi?

“Köyümü sana göstermek istiyorum, oğlum. Sana doğduğum evi göstermek istiyorum, annenle evlendiğimiz kiliseyi, Jean’ın Cadrille’i baştan çıkardığı şapeli, molybdenum yapılan fabrikayı, kuzgunların uçtuğu St. Pair geçidini, böğürtlenleri ve büyük mantarları.”1

Yaşam ve ölüm arasındaki çeşitliliğin, rastlantısallığın ve çok renkliliğin içerdiği tekilliği dile getirişindeki sadelik? Etrafımızı saran, hızla akan, gözden kaçırdığımız, duyularımızı köreltip görmezden, duymazdan gelip, dokunmaktan vazgeçtiğimiz onca nesneyi, duyguyu ve durumu es geçmeyip, yılmadan, tekrar ve tekrar zarafetle hatırlatması?
berger-in-mirasi-231044-1.
“Kaldırımda bir kadın çiçek satıyordu, bir adam da pretzels. Çiçekler kan kırmızısı rengindeydi, pretseller mutfak kokuyordu. Hiç duraksamadan kaldırımdan aşağı adımını attı ve koşarak altı şeritli trafiğin içine daldı. Ansızın iki araba arasındayken arkasına döndü ve ters yüzü geri koşmaya başladı, sokak satıcılarını geçti, merdivenleri tırmandı, hastanenin kapısına vardı. Ana giriş kapısının önünde bir kalabalık vardı onun için yan kapıya yöneldi. Orada birdenbire bir aslanla yüzyüze geldi.
Aslan onu bekliyordu. Sucus elini uzattı, aslanın yelesine dokununca kendine geldi. Aslan rengi mermerden yontulmuş gerçek boyuttaki hayvan, yalnızca birkaç santimlik bir kabartmaydı. Aslanın arkasındaki kemer, geçit ve yerdeki çiniler, arkadaki kapı, hepsi sahteydi; bunların hepsi bina bir saray olarak yapıldığı zaman, insanları keyiflendirmek ve aldatmak için düşünülmüştü.” 2
Alıntılar, Leylak ve Bayrak’tan. Leylak ve Bayrak, Domuz Toprak3 ve Bir Zamanlar Europa’da4 ile birlikte “Onların Emeklerine” adanmış üçlemenin son kitabı. Bu üçlü, sıradüzen açısından düşünüldüğünde köyden kente, feodalden moderne insanlık tarihi içinden anlatılar olarak değerlendirilebilir. Ancak, Berger’in bize defalarca anımsattığı üzere tarihsellik de, pek çok olgu gibi, düz ve durağan bir “gelişim” çizgisi izlemez. Bu yanılsamayla yüzleşmek gerekir, yılmadan. Yüzleşmek, görmekle mümkün.

Görmek bakmakla, durup bakmakla. Bakarken duyumsamakla. Köyden kente gelmiş, ömrünün onlarca yılını istiridye ayıklayarak geçirmiş, çok bekledikleri torunlarını anne babasına hiç götürememiş, aşk ve şehvetle bağlı olduğu karısını -köylüler ve işçiler de aşkla ve şehvetle sever- yanıklar ve acılar içindeki ölümü karşılarken görememiş, oğluna köyünü anlatırken köydeki geçidi, fabrikayı, annesiyle evlendikleri kiliseyi olduğu kadar kuzgunları, o büyük mantarları, böğürtlenleri de anan, sözcüklerin etimolojisinde umarsızca anlam arayan -retribution, retribuere’den gelir, tribuere’den tribes’a uzanır- bir köylü-kentli-işçi Clement. Sucus, kaçarcasına uzaklaşır hastaneden. Sevdiği bir insanın ölümünden aslında. Bu kaçış, merdivenler, sokak satıcıları, altı şeritli kent trafiği kadar çiçekleri ve pretselleri de içerir. İçerir, oldukları gibi. Kankırmızı renkleri ve mutfağı çağrıştıran kokuları ile. Bir anda geri döner Sucus. Bu kez sevdiği insanın yaşamının son anlarını yakalayabilmek için koşar. Ve GÜM! Aslan imgesi. Kentte bir yapının merdiven taşına işlenmiş, insan yapımı doğa. Kültür. Doğayı taklit eden sanat. İmgeye dönüşen varlık. Anlatısına tümünü katar Berger. Sadelikle, alçakgönüllülükle. Örüntüler açılır önümüzde. İç içe girmiş, insan, doğa, sanat, mimari ve “şeyler” alımlandıkları gibi; renkleri, kokuları, dokuları ile. Alımlayanın duygu durumu ile. Tekdüze ve yekpare değildir bu duygu hali de. İnişli, çıkışlı ve akışkandır. Babasının ölümünden kaçarken, kendi ölümünü ve hemen ardından yaşamı yani Zsuzsa’yı düşler Sucus. Geri dönerken acı çekme ve çaresizlik arasındaki bağı, gittiğini anladığında ve kabullendiğinde bu kez, annesine haber verirken kullanacağı sözleri arar ve bulur ancak.

“Sucus anahtarını deliğe sokarken, Wislawa kapıyı açtı. Arkasından mutfak görünüyordu, duvarları eşarplarla kaplı. Bizi terketti, ikimizi de, anne. Babam öldü. Wislawa ona baktı ve kapının önünde dururken her ikisi için de zaman durdu. Hiçbir şeyin devam etmesini istemiyorlardı, çünkü her ikisi için de, zaman başlayınca o acının başlayacağını biliyorlardı. Böylece kelimelerin yankısının devam edip gitmesini beklediler, zamansızlığın içinde kaybolana kadar. Sonra Sucus kapıyı kapadı, Wislawa dizlerinin üzerine yığıldı. Çenesi kararlılıkla dışarı doğru uzamıştı. Sanki olayın hainliği içine girmiş ve yüzüne oturmuştu. Dişiyle alt çenesini ısırıyordu. Hala dizleri üzerinde öne doğru devrildi sanki dört ayağının üzerinde sürünebilmek için. Bu şekilde yatak odasına gitti. Eskiden, yangından önce, döşeme duvardan duvara halıyla kaplıyken, şimdi çıplak çimentoydu. Eliyle çimentoyu yolmaya başladı, otların üzerinden teker teker çiçek toplar gibi. Ah Branch, diye fısıldadı, sana yaptıklarına nasıl dayanabiliriz, sevgilim? Söyle bana!”5

Şablonlar, klişeler, anlatı kuralları ve akımlar... Berger’in bilgeliğini besleyen araçlar bunlar olmamış hiç. O hep görmek için bakmış, duyumsamış ve aktarmış gibi. Her gün güneşi batırmış, her gece yıldızları izlemiş, her şafak vaktinde güneşi doğurmuş gibi. İlk kezmiş gibi. Farklı iklimlerde, farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda yeniden ve yeniden duyumsamış. İlk kez görür gibi. Bazen sis bulutunun ardındadır güneş, ışığı vardır belli belirsiz. Isıtmaz. Hava dondurucu soğuk ve güneşlidir örneğin. Bazen bakamazsınız güneşe. Ama teninizdeki yangı bildirir tepedeki varlığını, şüpheye mahal bırakmaz. Ya da bazen şiir olur; “samanda göğün yeri sevmesinin buram buram kokusunda”6 çıkar karşımıza. Bunu bu denli dolaysız bir anlatının malzemesi haline getirmek kadar doğal ve bu yaşama dair ne olabilir? Yaşamın özüne, hammaddesine, kumaşına dokunmak, bakmak. İnsan, hem ötekine, hem kendine bakar. Kimi kez gördüğü, görmek istediğidir. Zsussa Leylak, Sucus Bayrak’tır birbiri için. Leylakların rengi, kokusu, bayrakların dokusu katılır insanın duyusuna ve duygusuna. Beyaz bir gemi düşlerler. İçinde bulundukları gerçekler dünyasının dışında. Bir anlamda da içinde. Koşulların dışında, uzakta diyelim. Beyaz gemi hem kurmaca hem gerçeğe gönderme taşır. Yaşam ve ölüm arasında bir yerde. Yaşam ve ölüm kadar gerçek. Sade ve yalın. Bu derece zamana uzayan bir imge olarak okurun zihnine çakılması bundan olsa gerek.

Fotoğrafın hammaddesinin ışık ve zaman olduğuna işaret ediyor Berger. Mekân ve zaman, olay örgüsü, karakterler, serim, düğüm ve çözüm yazınsal aygıtlarıyla ilerleyen anlatıda da bu hammaddeye ulaşma arzusunu görebiliriz. Yakın zamanlı bir söyleşide göçmen krizi ile ilgili bir soruya verdiği yanıt: “Her ne durumda olursa olsun, iki farklı insanın ortak noktası onları birbirinden ayıran, farklı kılan olgulardan çok daha büyük olacaktır. Ne var ki birçok sebep ve koşul, insanların bu gerçeği görmesini engelliyor.”7 Bizi ortaklaştıran, farklılıklarımızla bir arada olmamızı sağlayan hammaddeye ulaşma arzusu. Belki içten içe farkında olduğumuz, ama tıpkı bizi kuşatan nesnelere görerek bakmamızı engelleyen pek çok etmen gibi, duyu ve duygularımızı da körelten adına politik, tarihsel, kültürel ne dersek diyelim bir bağlam içinde topluca savrulmak daha kolay olduğu için. Tekinsiz bir tekinlikte, yığınlarla ya da çoğunluk addedilenle birlikte hareket ederken yitip gidenler, kaçırdıklarımız... Bunları anımsatıyor bize Berger. Hiç bıkmadan, usanmadan. Yaşadığımız dünyaya, olgulara, olaylara, kişi ve kavramlara dair duruyor, düşünüyor, üretiyor.

Şiir de ekmek gibi yaşama dair Berger için. Ona göre, işte bu yüzden “hemen yanı başımızda olan ve bazen yanlışlıkla yalnızca bir araç sanılan dil, kendisine şiirin seslenmesiyle, inatçı ve gizemli bir biçimde, yargısını verir. Bu yargı herhangi bir ahlak yasasından açıkça farklıdır, ama duydukları karşısında iyilik ve kötülük arasında önemli bir gösterge olur. Öyle ki şiir yoluyla dilin yalnızca bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratıldığını görürüz.

İşte bu yüzden, günümüzde zenginlerin haksız yere elde ettiklerini korumak için yaptıkları korkunç canavarlıklara karşı dünyada en kesin biçimde karşı duran güç şiirdir. İşte bu yüzden, fırınların saati aynı zamanda şiirin de saatidir.”8
İşte bu yüzden mirası, şiirdir, hikâyedir, anlatıdır. Yaşamdır.

Alçakgönüllü bir bilge geçti dünyadan. Anlattı, paylaştı, aydınlattı ve söndü.

Dipnotlar
1 Leylak ve Bayrak, Lilac and Flag, Çev. Taciser Belge, Murat Belge, İletişim Yay., İstanbul, 1996, s.55

2 Leylak ve Bayrak, Lilac and Flag, Çev. Taciser Belge, Murat Belge, İletişim Yay., İstanbul, 1996, s.56

3 Domuz Toprak, Çev. Taciser Belge, İletişim, İstanbul

4 Bir Zamanlar Europa’da, Çev. Murat Belge, Taciser Belge, İletişi Yay., İstanbul

5 Leylak ve Bayrak, Lilac and Flag, Çev. Taciser Belge, Murat Belge, İletişim Yay., İstanbul, 1996, s.59

6 Leylak ve Bayrak, Lilac and Flag, içinde Eski Aşk Şiiri, Çev. Taciser Belge, Murat Belge, İletişim Yay., İstanbul, 1996, s.9
7 https://www.theguardian.com/books/2016/oct/30/john-berger-at-90-interview-storyteller?CMP=Share_AndroidApp_Add_to_Facebook

8 Gökyüzü Mavi Siyah, Çev: Cevat Çapan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s.11