“Köpekler Adası”nı izlerken, doğrusu 2010 yılında Cannes’da En İyi Kısa Film Altın Palmiyesini alan Serge Avédikian’ın animasyon filmi “Hayırsız Ada”yı fazlasıyla anımsadık

Berlin’de başyapıt aranıyor

Berlin’de ana yarışmada geniş kitlelere hitap eden filmler, sanat filmleri ve hatta romantik filmlerden oluşan eklektik bir seçki var. Yarışma seçkisinin üçte birini ardımızda bırakırken, bizce şimdilik en etkileyici film Rus yönetmen Alexey German Jr’ın “Dovlatov”u.

Ana yarışma filmleri
Yarışmanın ilk filmi Wes Anderson’un “Köpekler Adası”, yönetmenin “Fantastic Mr. Fox” ile başladığı animasyon serisinin ikincisi. Anderson bu filmde insanoğlunun kötücül yaradılışının altını çizen masalsı bir dünya yaratmış. Japonya’da geçen hikâye, 12 yaşındaki Atari’nin sürgüne gönderilen ve binlerce köpekle birlikte ölüme terk edilen dört ayaklı dostunu bulmak için savaşını anlatıyor. Filmin en çarpıcı esprisi ise, izleyicilerin köpeklerin tüm konuşmalarını anlamasına karşın, insan karakterlerin hepsini tercüman aracılığıyla anlamak zorunda bırakması. “Köpekler Adası”nı izlerken, doğrusu 2010 yılında Cannes’da En İyi Kısa Film Altın Palmiyesi’ni alan Serge Avédikian’ın animasyon filmi “Hayırsız Ada” (Chienne d’histoire)’ı fazlasıyla anımsadık. Avédikian, 1910’da İstanbul’daki sokak köpeklerini toplatılarak Hayırsız Ada’da ölüme terk edilmelerini getirdiği görüntüye (ve Osman Kavala’nın ortak yapımcılığını üstlendiği) filmde birkaç yıl sonraki Ermeni Soykırımı’nın girizgâhını anlatıyordu.

Paraguaylı yönetmen Marcelo Martinessi, “The Heiresses” (Kadın Mirasçılar)’da orta yaşını geçmiş bir lezbiyen kadın çiftin ilişkisini irdeliyor. Kadın eşcinselliğini anlatan klişelerin başında gelen kadın hapishanesinin kullanımı, ana karakterin film boyunca aynı şaşkın ifadeyle oynatılması, yönetmenin hikâyede erkek-kadın ilişkisinden farklı olmayan hükmeden/hükmedilen dengesi kurması bence filmin etkisini azaltmış.

Amerikalı Zellner Biraderlerin Vahşi Batı’da geçen “Damsel”i hakkında yazacağım tek şey, şimdilik yuhalanan tek film olması. Keza yarışmanın iki Fransız’ından Benoit Jacquot’nun Isabelle Huppert’e rağmen tahammülü zorlayan “Eva”sı da sinirlendirdi...

Bence şimdilik en etkileyici film Alexey German Jr’ın “Dovlatov”u. Ermeni bir anne ve Yahudi bir babadan doğma Sergei Dovlatov’un gerçek yaşam öyküsünden esinlenen film, 70’lerin başında Leningrad’da geçiyor. Dönemin baskıcı rejimi yüzünden genç yazarlarının Yazarlar Sendikası’na alınmadıkları için, eserlerini yayınlayamamalarının getirdiği yılgınlığı ve hayal kırıklığını anlatırken German Jr’ın karamsarlık tuzağına düşmemiş. Aksine, zeki ve ironi dolu diyaloglar kullanmayı yeğleyen yönetmen, tüm anlatımı bir haftalık bir süre içine sığdırmış. 1979’da Amerika’ya göç eden ve 1990’da New York’ta ölen Dovlatov’la birlikte, 1987’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan şair dostu Joseph Brodsky ve diğer genç sanatçılar filmde “edebiyat ve resmin var olmasına izin verilmiyor. Tek kelimeyle bizi siliyorlar, ama biz, ne yaparlarsa yapsınlar, varız, var olacağız” diyorlar. Baskı, sansür, yandaşlık her şey sanata karşı. İşin acı tarafı, bugünün Türkiyesi’ni fazlaca hatırlatıyor...

Yarışmadaki dört Alman yönetmenden ilki “Transit” filmiyle katılan Christian Petzold idi. Transit’de yönetmen ilginç bir mekân ve zaman denemesi yapmış. Günümüz Fransa’sı dekorunda, filmin karakterleri hikâyenin içinde İkinci Dünya Savaşı kıyafetleriyle yer alıyorlar. Sokaklarda polis ve milislerin kovaladığı, halkın ihbar ettiği “kaçak”lar Yahudi değil, Alman. Sadece kurmacanın verebildiği sınırsız özgürlükle tarihi gerçekleri tersine çeviren Petzold, yurtdışına kaçmaya çalışan bu Alman kaçakların öyküsünden filmin ikinci yarısında ne yazık ki gereksiz bir aşk hikâyesine saplanarak uzaklaşıyor. Yine de ilginç bir tür denemesi olarak izlenebilir.

Diğer seçkilerden
Katalan yönetmen Isabel Coixet’in “The Bookshop-Kitapçı”sı Berlinale Special seçkisinde yer alıyor. Film 1950’lerin sonunda, İngiltere’nin küçük bir sahil kasabasında hayatına yeniden yön vermeye çalışan bir dul kadının kitapçı açmasıyla başlıyor. Zaten halkın kitaba ilgi göstermediği bir yerde, üstelik dükkânında Nabokov veya Bradsbury gibi dönemin tartışmalı yazarlarının eserlerini satma cesareti gösteren genç kadına, kurdukları ve hükmettikleri düzenin bozulmasından rahatsız olanlar rahat vermiyor. Kitap kurtlarının seveceği ve oyuncularının başarısı sayesinde keyifle izlenecek iddiasız bir film... Alman Yönetmen Lars Kraume’nin “Sessiz Devrim”i 1956 yılında Doğu Almanya’da yer alan gerçek bir olaydan esinlenmiş klasik bir film. Macaristan’da aynı yılki başkaldırıda hayatlarını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşunda bulunan lise son sınıf öğrencilerinin bu küçücük eylemle siyasi sistemi karıştırmalarını anlatıyor.