Türkiye’de Bakanlıkta bir kara liste çoktan vardı zaten, bu yeni bir şey değil. İkinci olarak sansür de yeni bir şey değil, çoktan ve esaslı bir biçimde uygulanıyor zaten. En yalın haliyle şunu söyleyelim: “Sanatçıların” destek kurullarıyla yedikleri yemekler, perde arkasından yaptıkları görüşmeler derken, aslında insanların yazdıkları senaryoyu Bakanlığa verip destek beklemeleri, sistemin en meşru ve güçlü sansür mekanizmasıdır. Aynı şekilde, “sanatçılarımızın” halkın teveccühü yerine festivallerden para beklemeleri (gerçekten ödül değil de, para beklemeleri) zaten sansürün dik alası için zemin oluşturmaktaydı.

Üçüncü olarak, yurtdışındaki destek anlamındaki Turkish Film Days meselesi var, bu da tam anlamıyla bir sansür mekanizmasıydı. Çünkü meslek birliklerini bir tür mevsimlik ve sosyal güvencesiz “işçi” konumuna getiriyordu.

Bu işlerin sonucu şudur: Türkiye’de yeni değil, tam anlamıyla çeyrek yüzyıldır, SİNEMACILARDAN ESASA DAİR SİSTEME VE SİYASİ İKTİDARA HİÇBİR ÖNEMLİ MUHALİF HAREKET ÇIKMAMIŞTIR. BUNUN ADI TESLİMİYETTİR.

Avunmaları ve kendilerini önemli hissetmeleri için bir dizi ödülleri ve elbette avantadan gelen büyük miktarlarda paraları var kimilerinin, ama bu toplumun tarihinde ve yüreğinde, hiçbirinin esaslı bir yeri yok. Sinemacılar kendileri çalıp kendileri söylüyorlar. Şehirden uzak, bağ evinde çalgılı çengili rakı sofrasında eğlenmeye benziyor Yeni Türkiye Sineması'nın filmleri. Hiçbirisinin ne estetik, ne toplumsal ne de sanat-iktidar ilişkisine dair tutarlı bir tavrı, bilgisi ve mücadelesi yok. Yeni Türkiye Sineması, iradesi ipotek altına alınmış, bilinci çarpık, ilişkileri kirli ve sözleri “fake-challenge” bir radikallikle dolu, yenilgi döneminin niçin esaret altında yaşamayı seçtiklerini gösteren örtülü itiraflarla dolu bir sinemadır.

Milletin beğenmediği Yeşilçam döneminde, festivalde sansür uygulandığında, neredeyse sektörün tümü İstanbul’dan Ankara’ya toplu yürüyüş yapabilmişti, bugün ise tavır almakta bile zorlanıyorlar. Para musluğunun başındaki kirli vaatleriyle, sinemacıları parmağında oynatıyor. Bütün bunları mümkün kılan esastan sanatçılarımızın toplumun içinde gölgelerinin pek belirsiz, oynak ve teslimiyete dünden hazır olmalarıdır. Türkiye’de gerek festivaller için, gerekse Bakanlık destekleri için, gerekse yapılan filmler için şunu söyleyelim: İradesi kırılmış filmlerin, kendilerini acındırıcı ve gerçekten ahlaki standartları olmayan ve sorgulamayan bir söylem çıkıyor karşımıza. Bu anlamda Berlinale’deki gösteri, ya da kimi eleştirmenlerin bazı festivallere gitmemesi, şu bu tavırlar, özünde teslimiyetçidir, çünkü tavır almaktan korkuyorlar, tam tersine, tavır alıyormuş gibi yapıyorlar, yenilgi baki, çok kirli defterlerini silmekle meşguller. Türkiye’de bu durum, yani sinemacıların iradi düzlemde teslim olmuş ve elde var yenilgi diyerek tavır almakta zorlanmalarını, edebiyat, tiyatro ve müzikte de görüyoruz. Bu anlamda Türkiye’de sanat dünyasının hemen tümünde bir karalisteciliği ister bakanlık isterse başka kurumlar aracılığı ile, zaten yıllardır uygulamaktaydılar. 1980 sonrasında o kadar çok kirli pazarlık yapıldı ki artık sanat dünyasının kimlikli ve kişilikli bir tavır göstermesini beklemek de bir yanılsamaya benziyor.

Türkiye’de sanatın halkla olan bağları kopmaya yüz tuttuktan sonra, sistem sanat dünyasındaki ilişkileri tümüyle yeniden yapılandırdıktan sonra, ve şaşalı ve ödüllü bir ulufe sistemini kurduktan sonra, direniş yerini teslimiyete bırakmıştır. Ara parantez, daha birkaç yıl önce, "Yetmez Ama Evet" diye televizyonlarda boy gösteren kimi ünlü sinemacıların ve aydınımsıların bugün muhalifmiş gibi rol kesmeleri esastan ayıptır. Dün olanlar, bugün olanları hazırlamaktan, gittikçe özgürlüğün boynundaki kemeri biraz daha sıkmaktan başka, dündekiler ile bugündekiler arasında, hiçbir tezat yoktur, KİMSE AMA KİMSE, DÜRÜST BİR ŞEKİLDE BİZ KANDIRILDIK DİYEMEZ. BUGÜN PEK ÇOK SİNEMACI ESASINDA KONUŞTUĞU ZAMAN TEK BİR ŞEY SÖYLÜYOR: BU NE BİÇİM BABA, NE YAPTIKSA YARANAMADIK?

Oysa sanatın kendisi babaya isyan ile başlar: Babaya ve baba yasasına isyan etmeyen tek bir önemli eser bile yoktur. Baba yasasını meşrulaştırmak için çırpınan Dostoyevski, öyle bir itirazda bulunmuştur ki Babanın adil olduğunu savunmak imkansız hale gelmiştir, İvan, bu dünyaya geliş biletini iade etmek istiyordu. Alternatifini ise zaten insanlık bulmuştu, bu dünyayı yöneten “babaların” cehennemlik olduğunu ilan etmek ve ardından da isyan etmek.

Soma’nın hediyesi tenekeler ile sanat yapılmaz, ondan da sanat dünyasına büyük başarı gelmez. Sistemin aracıları, iktidarın acentalarının sanat dünyasında baş ve başarılı olarak gösterildikleri bir yerde, ne sanat direnebilir, ne de isyan edilir! Pek “estetik yenilgi ve teslimiyet masalları” ile sanat şan ve şeref bulmaz. Sanatçı da kendini hiç bulmaz.