Başlıktaki sorunun ilk nedeni şu: Çünkü ben de öncelikle bir okurum. Yani bu konuda yazdıklarım çoğu kez özeleştiri de içeriyor. Bununla birlikte 2019 ile birlikte BirGün’deki düzenli yazarlığımın 10. Yılına gireceğim. İlk başladığım günlerde gün gelecek eleştiri oklarını, okuru da yönelteceksin deseler, hayret ederdim. Çünkü beni medya eleştirisi yazmaya yönlendiren şey, halkın haber alma hakkının gasp ve manipüle edilmesiydi. Halk diye söz ettiğim şey de kuşkusuz okur veya izleyiciydi.

İki gün önce ODTÜ III. Ulusal Uygulamalı Etik Kongresi’nde yaptığım konuşmayı hazırlarken aklımdan geçen bunlardı. Sonucunda, etik tartışmalarının odağına “okurun etik pozisyonunu” da koymalıyız temalı bir konuşma yaptım. Peki bu noktaya nasıl geldim? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, özellikle son bir yılda yazdıklarımın da ışığında cevaplamak isterim:

1-ÇÜNKÜ SOSYAL MEDYADAKİ ÖDÜL MEKANİZMASI
Nasıl gazeteci rating, tıklama sayısı, tiraj gibi ölçme mekanizmalarına sahipse, artık okur da kendini ölçüyor. Bir klişe belki ama okur da artık bir yazar. Bir haberi, bir yorumunu ya da bir eleştirisini paylaştığında “like, rt, paylaşım sayısı” gibi ödüllerle karşılaşıyor. Bu da okurun eski pasif konumunu tamamen değiştiriyor. Örneğin; eğer bir “yalan haber” ya da “kötülük” söz konusuysa, bu ilk ortaya atanlar kadar onu paylaşarak büyütenlerin de etkisiyle oluyor. Bu paylaşımların en büyük motivasyonu da gelen rt, like ve takipçiler. İyi etkileşim gelecekse, insanlar yaydıkları şeyin doğru ya da yanlış olduğunu önemsemeyebiliyor.

2-ÇÜNKÜ SARSILMAZ KANAATLERİMİZ
Pek çok konuda geçmişten gelen “derin kanaatlere” sahibiz. Bunları kolay kolay da sorgulamıyoruz. İşte bizi manipüle etmeye niyetlenenlerin de en büyük avantajı bu. En sarsılmaz kanaatlerimizi hedef alıyor ve oradan çalışıyorlar. Çünkü tam o noktada “şüphecilik” gardımız düşüyor. Diyelim ki, Suriyeli göçmenlerle ilgili derin kanaatlerimiz olumsuzsa, bu konudaki yalan haberi hiç sorgulamadan paylaşabiliyoruz. Bunun bazen ağır sonuçları olabiliyor.

3-ÇÜNKÜ KÖTÜYÜ DAHA HIZLI ALGILIYORUZ
Geçmiş yazıların birinde Daniel Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme (Varlık Yayınları 2015) kitabındaki deneysel bulgulara da dayanarak kötü haberi, algılama hız ve kabiliyetimizin iyiden kat kat yüksek olduğunu vurgulamıştım. Bu da gazeteciliği, özellikle bu algoritma düzeninde, kötü haberi öne çıkarmaya yöneltiyor. Elbette kötü haberi görmezden gelmeyi kastetmiyorum ama haddinden fazla ve abartılı olarak öne çıkartınca da doğru bir algı oluşmuyor.

4- ÇÜNKÜ KUTUPLAŞMA HERKESİ DEĞİŞTİRDİ
Türkiye’de özellikle son 5-6 yılda yaşananlar olağanüstü şeyler. Bunun sonucu çok keskin bir kutuplaşma oldu. Bunları yaşayan her toplum kutuplaşır. Niye kutuplaştık diye kendimizi suçlamamız yersiz ama kutuplaşmanın körleştirici etkisi de var. Bu etki, gazetecilikten beklentileri de değiştirdi. Şöyle ki, gerçek gazetecilik bile bazen “neden onların işine yarayan bir şey yaptın?” (iki kutup için de geçerli) gerekçesiyle ağır tepki nedeni olabiliyor. Bu nedenle kutuplaşmanın bir ekonomisi oluştu ve her iki tarafta da buna talip olanlar var.

5-ÇÜNKÜ BOŞLUĞU YANLIŞ KAYNAKLA DOLDURUYORUZ
Türkiye’de yaygın haber medyasının tekelleşmesi, insanlarda bir güvensizlik ve boşluk yarattı. Bu boşluksa çoğunlukla Whatsapp ya da fısıltı gazetesi gibi kapalı platformlarda yayılan hurafelerle doluyor. Çünkü Whatsapp gibi kapalı platformlarda iletişime geçtiğimiz yakınlarımıza güveniyoruz. Ancak çoğu kez onların paylaştıkları konunun uzmanı olmadığını unutuyoruz. Tıpla hiçbir ilişkisi olmayan bir ilkokul öğretmeni yakınımızın “filan gıda kanser yapıyormuş” iletisini düşünmeden paylaşmamız gibi. Çünkü o da öyle yapmış. Bu haberin ucu bir yerlere dayanıyor ama nereye? Belki de insani zaaflarımıza…