Baldwin, kendi Amerika öyküsünü birbirinden farklı üç arkadaşının hayatı üzerinden anlatıyor. Bu yarım kalmış hikâyede, bir ulusun suçlarının, yalanlarının ve umutlarının nasıl bu üç adamın omuzlarına yüklendiğini anlatmaya koyuluyor

Beyaz derilinin bitmeyen nefreti Baldwin’in tükenmeyen direnişi…

Gürer Mut

Amerika Birleşik Devletleri’nin Minnesota Eyaleti’nde, polis tarafından sokak ortasında boğularak öldürülen George Floyd’un görüntüsü dünya genelinde ırkçılık karşıtı büyük bir isyana yol açtı. Pek çok simge yerle bir edildi. Köle tacirlerinin, kolonyal şapkalı beylerin yontuları alaşağı edildi.

Tam bu noktada, geçmişten gelen bir ses ABD’nin hikayesini anlamada, bir tarihsel okuma yaparken parametreleri göz önünde bulundurmada imdadımıza yetişti. “Amerika’da zencinin hikâyesi Amerika’nın hikâyesidir. Hoş bir hikâye değildir” uyarısında bulunmayı da ihmal etmeden… James Baldwin’in Haziran 1979’da kaleme aldığı Remember This House (Bu Evi Hatırla) yaklaşık 30 sayfalık kitap taslağı, siyah mücadelesi veren birbirinden ayrışan üç figür Martin Luther King Jr., Malcolm X ve Medgar Evers’ı konu alıyor. Baldwin ailesinin isteği doğrultusunda bu taslak metin üzerinine giden ve yarım kalan çalışmaya yeni bir soluk kazandıran Raoul Peck’in derlediği ve yayıma hazırladığı, Ben Senin Zencin Değilim Sevin Okyay’ın çevirisiyle Kırımızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı.

Baldwin, kendi Amerika hikayesinin birbirinden farklı üç arkadaşının hayatı üzerinden anlattığı bu yarım kalmış hikâyede, bir ulusun suçlarının, yalanlarının ve umutlarının nasıl bu üç adamın omuzlarına yüklendiğini anlatmaya koyuluyor. Beyaz derilinin yarattığı cenderenin onun kaleminden çıkan tarih yazımının ötesinde Amerikan tarihinin gerçeklerini ortaya çıkartmayı amaçladığı bir çalışma Bu Evi Hatırla…

Öyle ki, Baldwin, Martin Luther King’in huzurlu öfkesini, Malcolm’un insanları derinden etkileyen direngen ve inançlı gücünü, Medgar Evers’in sözünü sakınmayan ve yorgun bakışlarını anlatmaya giriştiğinde, kendi katliamlarından efsaneler yaratmış bir toplumu başarıyla resmetmiş oluyor. Elbette bunda Baldwin’in zengin anlatı dünyasını bügüne başarıyla ulaştıran Raol Peck’in de büyük katkısı var.

Büyük utanç ve öfke

Baldwin’i kendi Amerika hikayesini yazmaya iten en önemli etken ise, 1957 yılında Kuzey Karolina’da bulunan Harry Harding Lisesine kayıt yaptıran ilk siyah öğrenci olan Dorothy Counts’un linç edilme görüntülerinden duyduğu tarif edemediği büyük utanç ve öfke… On beş yaşında yalnız başına kötülüğe ve cehalete kafa tutan bu kızın görüntülerinin ardından Baldwin’in “Orada onun yanında olmalıydık” haykırışı, bir toplumun yaşadığı ahlaki çöküşün yanı sıra bir toplumsal sistemin ileriye dönük çözülüşünün de habercisiydi âdeta.

Baldwin bu durumun temelinde duyarsızlık ve cehalet olduğunu belirtse de daha karmaşık bir sorunla karşı karşıya kalındığı aşikâr. Çünkü şiddet sarmalının ve ırkçılığın Amerikan toplumunda “edinilen” değil, “devredilen” bir başlık olduğunun farkına varmak gerekiyor. Dahası ABD’deki ırkçılık asıl olarak bireysel düzlemde değil kolektif/yapısal düzlemde işliyor. Kısacası Amerikan sistemi, beyazları yukarıda siyahları ise aşağıda tutmak için gelişmiş bir yapısal ağdır. Böylelikle toplumsal piramit içerisinde, siyah halkın ezici çoğunluğunun korkunç bir yoksulluk içinde, ırkçılığa ve şiddete maruz kalarak yaşamasını garantiye alınmış olur.

1950’lerin “beyaz üstünlük” yanlılarıyla veya Dorothy Counts’u linç eden güruhla bugün Beyaz Saray’ı yöneten iradenin birbirinden farklı olmadığını görüyoruz. Veya sırf deri renkleri nedeniyle ABD’nin güney eyaletlerinde ağaçta sallandırılan bir siyah ile bugün yol ortasında boğulan George Floyd arasında bir fark olmadığı da aynı netlikte görülmelidir. “Beyaz nefretin kaynağı dipsiz ve tarifsiz bir korku” diyor Baldwin ve devam ediyor: “Sadece kendi zihninde yaşayan bir dehşet kaynağına duyulan duygu.” Peki korku ve ayrımcılık nasıl devrediliyor?

‘Beyaz adamın gözünde insan değiliz’

Ben Senin Zencin Değilim’de, köle, suçlu ve zavallı bir yurtsuz olarak sunulan bir siyahı gördüğümüzde, beyaz Amerika’nın gözünde köleliğin asla tamamen geçmişe ait bir durum olmadığını, bugün de varlığını koruduğunu görüyoruz.

Baldwin, “Beyaz adamın gözünde insan değiliz” dediğinde, sadece olgusal bir saptama yapmıyor. “Yurtsuzluk” kavramını da işin içine dahil ediyor. Dolayısıyla, 1700’lerden itibaren bir köle, beyaz iktidarın gözünde “makul” olamayan, “istenmeyen” olarak tanımlanıyor ve yeni yurdun içinde türlü eziyetlerle karşı karşıya kalıyor ya da, “özgürlük” perdesinin ardında kimliklerini yok etmeleri isteniyor.

Buna ilişkin Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetleri’nde kurtuluş yoluna ilişkin tek seçenek olduğuna işaret ediyor: “Sömürgecilikten kurtuluş tam anlamıyla yeni bir insanın yaratılmasıdır. Fakat bu tür bir yaratım doğaüstü bir güce atfedilemez. Sömürgeleştirilen “şey” tam da özgürleşme süreci aracılığıyla bir insan haline gelir.”

‘Amerikan rüyası’nın ardındaki gerçeklik

Batı dünyasını bir ev ve kendisini de bu evin çocuklarından biri olarak gören Baldwin, “Bu ülkede kardeş kardeşi öldürmüş, beyaz adam kendi siyah oğlunu linç etmiş, beyaz kadın âşık olduğu siyah adamı diri diri yakmıştır” dediğinde toplumsal histerinin ne boyutta yaşandığını haykırıyor. Bu noktadan sonra Baldwin salt kimlikler üzerinden gitmeyi bir kenara bırakarak, sisteme neşteri vuruyor; “Başka ülkeleri ezen uluslar asla özgür olamaz” sözünü hatırlatırcasına…


“Amerika’nın refah düzeyi uzun bir süre yükseldi: Bu refah milyonlarca insanın canına mal oldu. Hepsinden önemlisi onlar, bu hayat şekli için kurbanlarının ya da uyruklarının ödediği bedeli hayal edemiyorlar ve bu yüzden de kurbanlarının niye isyan ettiğini bilmek ellerinden gelmiyor” vurgusu o ışıklı “Amerikan Rüyası”nın temelindeki refah, gelişmişlik ve adalet kavramlarının nasıl bir mirasın ürünü olduğunu anlatır nitelikte.

Ölümün, hor görülmenin ve kimliksiz bırakılmanın yarattığı tükenmişliği aktaran Baldwin okuyucusuna sesleniyor: “Çok yoruldum. Bu hikâyenin nasıl sonuçlanacağını da bilmiyorum. Fakat nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, kanlı ve çetin olacağını biliyorum.”

Amerika‘nın iç karartıcı hikayesinin kendisinden sonra da (failler değişmezse) yazılmaya devam edeceğini söylese de içinde her daim umudu taşımayı ihmal etmeyen Baldwin, Ben Senin Zencin Değilim ile evrensel insanlık ailesi için “düşmana inat bir gün daha fazla yaşamak” sözünü çağrıştırırcasına tarihe bir not bırakıyor.