Zamanın ve mekanın kurgusallaştığı, ayak basacak sağlam bir zeminin kalmadığı bir dünyada tüm gerçekler müphemleşmeye adaydır. Kadiri mutlaklığını sürdürebilmesi için bir diktatörlüğün bu müphemliğe ihtiyacı var

Beyaz gergedanımız kalmadı, unicorn alır mısınız?

Serap Erdoğan Taycan - Psikiyatrist

Dünyadaki son erkek kuzey beyaz gergedanı Sudan öldü. Ölmeden önce kalan genetik materyallerinin toplanmış olduğu bilgisi ‘rahat olun hallederiz’ gibi bir mesaj verse de, teorik olarak bir canlı türü yeryüzünden silindi diyebiliriz. Sudan’ın ölümü ile ilgili haberleri okurken zihnimde Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’ndaki bir bölümü canlandı.

‘1948 yılı şubatında, Komünist Partisi Başkanı Kleent Gottwald, Prag’da, eski kentin en büyük alanında toplanan yüz binlerce hemşerisine söylev vermek üzere, barok stili bir sarayın balkonuna çıktığı zaman, bu olay, Bohemya tarihinde, eşine ancak bin yılda birkaç kez rastlanabilen türden ve ülkenin kaderini etkileyen büyük bir dönüm noktası oluyordu.

“Gottwald’ın çevresini arkadaşları sarmıştı ve yanında, çok yakınında, Clementis duruyordu. Hava soğuktu, kar yağıyordu, Gottwald’ın başı açıktı. Clementis, göz yaşartıcı bir sevgi gösterisiyle, başındaki kürk şapkayı çıkarıp Gottwald’ın başına koydu, Partinin propaganda bölümü, Gottwald’ın, başında kürk şapka, çevresi arkadaşlarıyla sarılı olarak, balkondan halka seslenirken çekilen resimlerinden yüz binlerce bastırarak dağıttı” şeklinde anlatılan bir sahne.

Sonrasında olaylar farklı gelişiyor, Clementis ihanetle suçlanıyor ve idam cezasına çarptırılıyor. Varlığına dair tüm delillerin yok edilebilmesi için bütün fotoğraflardan siliniyor Clementis ve ondan geriye sadece Gottwald’ın başındaki kürk şapka kalıyor. Önceki hikâyeyi bilmeyen insanlar için düşünün, yıllar yıllar sonra fotoğrafa baktıklarında, artık kürk şapkanın da Clementis’e ait olduğunu bilmeyeceklerinden, geçmiş onların zihinlerinde tamamen farklı şekillenecek. Şimdiki zamanda yapılan bir müdahalenin geçmişi ve hatta geleceği nasıl şekillendirdiğinin çok etkileyici bir kanıtı bu…

İnsan belleği ile ilgili çalışmalar, bir bilginin nasıl silindiğinden çok nasıl kaydedildiği üzerine odaklanmıştır ilk önce. Kısa süreli belleğin oluşumunda kodlanan ve depolanan bilgilerin nasıl uzun süreli bellek haline geldiği, ihtiyaç olduğunda nasıl çağırılıp hatırlandığı pek çok araştırmacının merak konusu oldu. Zamanla, uzun süreli belleğimizdeki anılarımızın içeriklerine göre de sınıflandığı fark edildi. Öyle ki kişisel geçmişimizle ilgili bilgiler örneğin ilkokul öğretmenimizin ismi, annemizin biz çocukken sürdüğü rujun rengi gibi anılar otobiyografik belleğimizde depolanırken, yaşanan büyük bir depremin tarihi, iktidardaki partinin ismi gibi bilgiler semantik belleğe aittir. Elbette ki her zaman bu kadar net bir ayrım yapmak mümkün değil. Bir referandumun tarihi semantik belleğe ilişkin bir bilgi iken, kullandığınız oy ve seçimin sonuçları ile ilgili anılarınız otobiyografik belleğin içine girecektir. İşte bizi biz yapan bireysel geçmişimizin, içinde yaşadığımız dünya ve toplumsal koşullarla yoğurulduğu bu alan, bugün ve gelecek arasındaki köprülerin de inşa edildiği yere denk düşüyor. İnşa etmek demişken, hatırlama eyleminin mekan ve zamanla olan bağlantısından da bahsetmeden geçmeyeyim. Daha önce gittiğiniz bir yeri hatırlamaya çalışırken örneğin yolları unutabilirsiniz belki ama önünden geçip sola döndüğünüz sarı bina tüm canlılığıyla aklınızdadır. Zamanı hatırlama aracı olarak kullanmanın en bildik örneği ise nüfus kayıtlarının çok da iyi tutulmadığı günlerden kalan büyüklerimizin doğum günleri için kurdukları alışılmış cümleler olarak karşımıza çıkar. “Tam hasat mevsiminde doğmuşum ben, o yıl mahsul çok diye sevinmiş dedenler…” O halde zaman ve mekandaki değişikliklerin hatırlama biçimlerimizi ve dolayısıyla kimliğimizi hatırı sayılır şekilde etkileyeceğini söylesek yanlış olmaz.

Mekanlara yapılan müdahaleler zaten öylesine göstere göstere gerçekleşiyor ki çok uzun zamandır, ‘meselenin sadece ağaç olmadığı’ güzel günlerden hızla uzaklaşıyoruz. Refüjlere çim döşemenin adını yeşil alanları arttırmak olarak değiştiren iktidarın, kurguladığı yeni yaşam alanlarındaki ruhsuzluk, olması arzu edilen insan modelinin de aynası aynı zamanda. Tek tipleştirilmiş, inşa edildiği ortamdan kopuk, ne kadar yüksek o kadar iyi anlayışıyla, çevreden gelmesi her an muhtemel tehlikelere karşı ekstra güvenlikli, sahteliğin yeni gerçeklik olarak sunulduğu yaşama alanları. Yeni bir inşaat için sadece ortadan kaldırılması gereken bir ayrıntı olan bir ağacın, varlığıyla kaç ruha dokunduğu hesap dahilinde olmadığından, artık dalından düşme anılarımızı anlatacağımız ağacımız kalmadığında bu dünya hala evimiz olmaya devam edecek mi sorusu akıllara gelmiyor bile. Mekanlarla bu kadar oynanmasının bir sonucu olarak belleğin notlarını yapıştıracağı çerçevenin günden güne dağılması, kimliksizleşme ile kol kola gidiyor. Sürekli yaz saati uygulamasıyla gün doğmadan evden çıkıp karanlıkta eve dönen insanlar olarak kış boyunca sorguladık bu uyanamama halinin başka türden uyanamamalarla bir ilişkisi olup olmadığını ama baharla birlikte unuttuk gitti. ‘…en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı’ derken Nazım, şairane bir öngörüyle belleksizliğimize dokunmamış mıydı? Üçüncü havaalanını yapmak adına asırlardır aynı mevsim dilimlerinde aynı rotadan göç eden kuşları eğitip yollarını değiştirebileceklerini iddia ettiğinde birilerinin, bunu sorgulamaya bile gerek duymayacak kitlelerin oluşabilmesi için ihtiyaç olan belleksizliğimize…

Kameranın karşısına geçip yaşadığı talanı, yıkımı, çaresizliği acıyla anlatan yaşlı adam ne denli uğraşırsa uğraşsın, bilgiyi aktaranın iki dudağı arasından çıkan cümlelerle suçun failleri bir anda değişiveriyor. Asıl kayıtlar da bir süre sonra ortadan kalktığında, geçmişin gerçeği bambaşka bir şekilde kayıtlara geçmiş ve gelecek bu yeni üretilmiş bilgi üzerine şekillenmiş olacak işte ve Clementis’in şapkası bile kalmayacak akıllarda…

Zamanın ve mekanın kurgusallaştığı, ayak basacak sağlam bir zeminin kalmadığı bir dünyada tüm gerçekler müphemleşmeye adaydır. Kadiri mutlaklığını sürdürebilmesi için bir diktatörlüğün bu müphemliğe ihtiyacı var, çünkü ol deyince oldurabilmek zeminin kaygan olmasını gerektiriyor. Gerçeğe tutunmanın tek yolu belki de beyaz gergedanları unutmamak, önünüze sunulan unicornların tüm albenisine rağmen…