Beyaz Karanfil - II

TACİM ÇİÇEK

“Bütün öyküler” dedi Militan Ressam, “birbirinin devamıdır aslında. Yine de öğrenmeye can attığın kısmını anlatayım. Yani onun öyküsünü…”

Biri, “Yine arama var!” diye bağırdı, “çabuk olun, geliyorlar!” Ranzaları dolaştı. Koğuştaki mahkûmlar ivedilikle oraya buraya koştular. Dış yaşamla bağlarını sağlayan şeyleri zulalarına koydular. Sonra birkaçı ranzasına oturdu, diğerleri de ayakta bekledi. Bunun bir baskın olduğunu biliyorlardı. Alışkındılar ve sakindiler. Demirkapı gürültüyle açıldı. Koğuşa bir manga asker girdi. Tüfeklerin dipçikleriyle ranzalarında oturup bekleyenleri düşürdüler yere ve sonra da tekmelediler. Yan yana sıra olmamızı istediler. Sıra olduk. Koğuşa yalnızca askerler değil sessizlik de egemen oldu. Askerler de bizim karşımıza geçip dizildiler. Süngüleri çenelerimize dayadılar âdeta. Kısa bir aradan sonra uzun boylu, çatık kaşlı ve esmer bir rütbeli ile beş sivil girdi koğuşa. Rütbelinin imiyle siviller bizleri tepeden tırnağa aradılar. Sıra koğuşu aramaya gelince askerler de onlara yardım ettiler. Ranzaların altları, üstleri, yastıkların, döşeklerin, yorganların içleri, koğuşun tavanı, tabanı didik didik edildi. Askerin biri bir yastığın kılıfından çıkardığı on on beş kadar kitabı rütbeliye getirdi.

Rütbeli: “Ulan kucağında çocuğunu taşıyor muşsun gibi ne taşıyorsun o mikropları, çabuk at şuraya!” dedi. Asker söyleneni yaptı. Rütbeli kitapları postallarıyla tepeledi. Yakası açılmış küfürleri yineleyerek… Aslında ne olduğunu, ne aradıklarını pek anlamadık. Rütbeli öyle bir bağırdı ki hepimiz donduk kaldık.

“Bu ranzanın mahkûmu bir adım öne çıksın!!!” dedi.

Öylece duruyorduk, neredeyse nefes bile almıyorduk. Yontulaşmıştık senin anlayacağın. Şöyle bir baktık askerlere ve rütbeliye çaktırmadan. Ranza, Koğuş Kütüphanesi Sorumlusu’nundu. Kitapları saklama gereği duymamıştı. Çünkü içeri alınırken kontrol ediliyordu ve görülmüştür damgası vurulduktan sonra koğuşa gönderiliyordu. O çıkmasın istiyorduk. Çünkü tecritten döneli birkaç gün olmuştu. Ama bir kurşun gibi fırladı içimizden ve rütbelinin karşısında durdu. Leşe konan akbabalar gibi çullandılar üstüne. Yüzü gözü kan içinde kaldı. En azından ben olsaydım onca dayaktan sonra yıkılırdım, kesinlikle. O yıkılmadı. Ayakta duruyordu. Tekmelere, yumruklara, küfürlere aldırmıyordu.

Aramada, mektup kâğıtları, kalemler, resim kâğıtları, araç gereçleri ki bunlar benimdi, fotoğraflar bulundu. Sevgililere, yoldaşlara, annelere, babalara, arkadaşlara ve dostlara, dergilere, gazetelere yazılmış mektuplar, yazılar toplandı. Alınmazlar diye zulalara saklamadık. Ayaklarının altına alıp yaktılar. Kitaplarımız ateşe attılar. Duman genizlerimizi değil o an bedenlerimizi tutuşturan ateş oldu. Duman altı olmuştuk.

Kısa boylu bir asker rütbeliye bir şey uzattı. Ben görmedim ne olduğunu. Rütbeli bize gösterdi onu. Küçücük karton kutu içinde koğuşumuzu aydınlatacak kadar beyaz bir karanfildi gösterdiği. Sevinci ve şaşkınlığı bir arada yaşadık. Askerlerin göğsümüzü hedef alan süngülerine aldırmıyorduk. Karanfili daha yakından görmek istiyorduk. Kahroluyorduk. Merak ediyorduk. Çünkü koğuş kitaplığının sorumlusu gibi acı çekecek biri daha vardı aramızda demek ki, kim olduğunu gerçekten bilmiyorduk. Rütbeli, davudî sesiyle, “Bu kimin?!” dedi. O ana dek varlığından haberimiz olmayan bu küçük karanfil kimindi gerçekten! Sessizlik olgunlaşmış bir karpuzdu. Sessizliği yaran gür ses de keskin ve acımasız bir Bursa bıçağıydı.

“O benim!” dedi Sevdalı. Bir adım öne çıktı.

Rütbeli: “Peki,” dedi sakin sakin, “karanfili yetiştirecek toprağı nereden aldın?”

Sevdalı: “Havalandırma bölümünden aldım. Zemini kırdım toprağı çıkardım.” diyerek karşılık verdi.

“Ya öyle mi?!” dedi Rütbeli, küçümseyerek,” peki karanfilin tohumunu nereden aldın?”

“Onu da…” Konuşmasına fırsat vermedi. Çünkü hepimizin gözleri önünde yaptı. Beyaz karanfili yere attı. Çiğnedi. Ezdi. Sönmeye başlayan ateşe doğru tekmeledi. Ardından da aniden Sevdalı’nın üstüne çullandı. Yumrukladı. Boğmak istedi âdeta. Kafasını ranzalara çarptı. Konuşmasını engelledi. Canımız gitti, ama o andan bir şey yapamadık. Yalnızca baktık. Seyrettik olanları anlıyor musun arkadaşım.

“Demek öyle” dedi, “havalandırmanın zemin betonu en az yarım metre kalınlığında ulan it, kimi kandırıyorsun, kaçmak için tünel kazıyorsunuz! Tünelden çıkardığınız toprağı da böyle karton kutulara koyarak, karanfil gibi çiçekler yetiştiriyorsunuz öyle mi? Aklınızca kaçışınızı saklamaya çalışıyorsunuz! Bu kamuflajı yutar mıyım sanıyorsunuz? Nerede öteki kutular?! Koğuşunuzu, öteki koğuşları, hapishanenin her bir köşesini didik didik aratacağım! Kim olduğumu göstereceğim size! Analarınızı, bacılarınızı, hatta oğlan kardeşlerinizi gözlerinizin önünde becereceğim... Bu askerleri onların üstünden geçirteceğim! Kaçamayacaksınız ulan buradan! Tüneli ortaya çıkaracağım! Bana kalsa her gün birinizi koğuşunuzda kurşunlayacağım ama… Bu benim bülbülüm askerler, bunu özel kafesime götürün! Bunları da öteki arkadaşların kafeslerine… Hepsini tezgâhtan geçirsinler! Zaman kaybetmeyin. Bu koğuşu da ötekileri de yeni baştan, ama çok dikkatli biçimde arayın! Belki de tünel bir başka koğuşta. Hiçbir şeyi atlamayın tamam mı! Gözlerinizi dört açın! Yürü bakalım bülbülüm yöntemlerime karşı nasıl şakıyacağını merak ediyorum!”

Hepimiz acılandık. Onunla dayak yedik. İtildik. Kakıldık. İşkence gördük. Sonunda koğuşa döndük. Ama o dönmedi. Günler günleri kovaladı. Onu unutmak üzereydik ki koğuşun kapısı aralandı. Sevdalı göründü. Gülüyordu. Sevindik onu görünce. Hepimiz ayaklandık. Etrafına toplandık. Tek tek sarıldık ona. Öptük onu. Bağrımıza bastık. Garip davrandığını bir süre sonra anladık. Sanki bizimle değildi, sanki bizi duymuyordu. Hareketleri, bakışları, konuşması değişmişti. Günlerce uykusuz bırakılmış gibiydi. Bitkindi. Tam iki gün iki gece uyudu. Uyanmayınca, korktuk. Bıraksaydık aç ve susuz daha kaç gün uyuyacaktı bilemiyorum, ama onu kaybetmekten korktuğumuz için uyandırdık. Birkaç lokma bir şeyler yedirdik güçlükle. Gözlerini şöyle bir açtı, bize baktı.

“Karanfilin tohumunu nasıl edindiğimi söylemedim!” dedi. ”Boşuna benden size de söylememi beklemeyin, ne olur ne olmaz…” Başka bir şey söyledi. Başından neler geçtiğini öyle merak ediyorduk ki. Ama hiçbir zaman öğrenemedik. Anlatması için de zorlamadık. Aslında hemen hemen hepimiz onun gibi özel tezgâhlardan geçtik, bu yüzden az buçuk neler çektiğini tahmin edebiliyorduk ama yine de garip olan bir şey vardı. Tam altı gün ranzasından çıkmadı. Tuvalete gitmek dışında. Yemedi, içmedi sayılır. Bizimle de pek konuşmadı. Kendisi koca koğuşta yalnızmış gibi davrandı. Eskisi gibi kendisiyle ve bizimle barışık olmasını bekledik. Yapacak başka bir şey yoktu. Ondan günler geçtikçe ümidimizi kestik. Gerçekten. Ama bir sabah oldukça erken bir saatte onun sesiyle uyandık.

“Karanfilimi sulayın! Karanfilimi sulayın!” diyordu.

Elleriyle başını gösteriyordu. Ciddiydi.

“Ben bir saksıyım,” diyordu, “karanfilim başımda. Başım karanfilimin saksısı! Şimdi o küçücük, ama büyüyecek! Boy atacak! Boy atacak! Kimse karanfilimi görmeyecek! Onu yalnızca ben göreceğim! Kimse karanfilimi talan edemeyecek artık! Susuz kaldı günlerce, sulayın lütfen! Susuz kalmamalı! Sulayın şunu artık !...”

“Biz ona alıştık, o da bize alıştı. Ondan korkma gerçekten zararsız biri.”

***

Koğuşun yeni mahkûmu, kendisini uyandırana baktı. Elinde bir permatik tutan Sevdalı‘ydı bu. Göz göze geldi onunla. Doğruldu. Ayaklarını ranzadan sarkıttı. Sevdalı gülen gözleriyle bakıyordu ona.

“Karanfilimin çevresini zararlı otlar sarmış.” dedi. Uzamış saçını göstererek, “Otları görmüyorum ama hissediyorum. Şu küçük tırmıkla otları temizler misin?! N’olur hayır deme! Çünkü yoksa ölür karanfilim otların arasında!”

Ranzadan indi, ayakkabısını ayağına geçirdikten sonra Sevdalı’yı koğuşun ortasına götürdü. Saçlarını, kendilerini görüp de bardakla su getiren mahkûmun eline döktüğü suyla ıslattı. Sonra o mahkûmun uzattığı sabunla da köpürttü Permatik’le de yavaşça kazımaya başladı.