AKP iktidarı kültür sanat alanında çok sayıda tahribata yol açtı. Sinema merkezlerine yapılan müdahaleler, desteklerin yandaşlara verilmesi ve sansür 20 yıllık süre boyunca başroldeydi.

Beyazperdede 20 yıllık tahribat

Murat TIRPAN

Her şey Emek Sineması’nın 2009 yılında kapanması ve 2013 yılında tüm gösterilere, karşı çıkışlara rağmen yıkılmasıyla başlamıştı. Emek adıyla müsemma bir şekilde kadim bir sinema kültürünün, filmlerin insan hayatını değiştirebileceğinin, sinema yoluyla direnmenin bir sembolüydü. Emek’in yok edilmesinden sonra bugüne kadar geçen sürede ülkemiz sineması gerek sanatsal gerek ticari ağırlıklı birçok eser verdi ama öte yandan mısır krizi, pandemi gibi olaylardan da büyük yara aldı. Bir yandan bu olaylar ve artan bilet fiyatları, dijital platformların artması izleyicinin salonlardan ayağını keserken diğer yandan bağımsız film üretiminin neredeyse sadece devlet desteklerine bağlı olması sinemacıları buna odaklı bir şekilde üretmek zorunda bıraktı. Desteklerin şeffaf ve demokratik olmaması tartışma yaratırken merkeziyetçi ve kontrolcü idarenin politikaları yönetmen ve yapımcıları bir otosansüre de itti.

Ticari filmler eski gişelerine ulaşamazken önemli yönetmenler zaman zaman salonlardan vazgeçerek işlerini daha karlı buldukları dijital platformlara ürettiler. Bağımsız filmlerde ise vizyonun sınırlı olması tek mecra olarak festivallerin önem kazanmasına neden olurken bu festivallerdeki sansür olayları, juri tartışmaları son döneme sıkça damgasını vurdu. Türkiye sinemasının son yirmi yılının üretim açısından kısır olduğu söylenemez, tüm zorluklara rağmen ayakta olan bir sinemamız mevcut ancak kültür sanatın tüm alanlarında olduğu gibi özgür ve teşvik edici bir sinema ortamının yaratılmasına, seslerin kesilmediği filmlerin rahatça gösterilebildiği platformlara fazlasıyla ihtiyacımız olduğu da ortada.

***

Sinema merkezlerine müdahale

Özellikle AKP iktidarının son döneminde ülkemizin önemli sinema merkezlerine yapılan müdahaleler alanda çok değerli hizmetler yapan, öğrenciler yetiştiren bu kurumların işlevsiz kalmasına yol açtı. Örneğin Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema TV Merkezi gibi ülkemiz sinemasının arşivini tutan, Türkiye Film Arşivi ve Dijital Restorasyon Merkezi olarak da hizmet veren bir kurum Rektör Handan İnci’nin, Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi Müdürü Prof. Asiye Korkmaz’ın atamasını yapmaması ve müdürlüğü kendi üzerine alması ile başlayan süreçte misyonunu gerçekleştiremez hale geldi. Yaklaşık üç yıldır asla kampüse bölüm hocaları ve Sami Şekeroğlu Sinema-Tv Merkezi kurucusu Prof. Sami Şekeroğlu dahil kimse giremiyor. Türkiye’deki en büyük film arşivine sahip olan kurumun arşivine kayyum rektörden başka girebilen maalesef ki yok.
Öte yandan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki malum gelişmelerin bir halkası olarak sinema kültürüne katkıları saymakla bitmeyecek üniversite içindeki özerk yapıya sahip Mithat Alam Film Merkezi’nde de kuruma yıllardır emek veren Zeynep Ünal ve Elif Ergezen geçtiğimiz günlerde işten çıkarıldılar. Mithat Alam’ın emanet ettiği Görsel Hafıza Projesi’nden Hisar Kısa Film Seçkisi’ne, Kısa Film ve Belgesel Destek Projesi’nden Sinema Söyleşileri’ne onlarca kıymetli projeyi gerçekleştirmiş MAFM o günden beri atıl halde.

Bunlara köklü bir sinema bölümü olan Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema bölümünün tıpkı Sami Şekeroğlu Merkezi gibi deprem bahanesiyle binasından çıkarılmasını ve tüm tepkilerin görmezden gelindiğini eklediğimizde iktidarın muhalif gördüğü sinema oluşumlarına karşı topyekün bir müdahale içinde olduğu açık.

***

Destekler yandaşlara gitti

AKP iktidarının 2002 sonlarında başladığını düşünürsek bugüne kadar bu iktidar döneminde iki sinema yasası yapıldığını söyleyebiliriz. 2004 yılında yapılan ilk yasanın ardından “mısır krizi” diye adlandırdığımız süreçte değişikliklerin yapıldığını, yeni bir yasanın yürürlüğe girdiğini hatırlayalım. Bu değişikliklerle daha kapsamlı ve işlevli bir yasanın oluşturulmasının aksine AKP’nin merkeziyetçi yaklaşımının bu alana da sirayet ettiğini görüyoruz. İki ciddi sorundan bahsedelim. Birincisi son dönemde destek alabilmek için yapımcı-yönetmenler yüksek maaşlı kefiller, ipotekler aramak zorunda kaldılar ki sanatsal yaratıcılığa kafa yorması gerekenleri ticari açıdan sıkıştırılması anlamına gelir. İkincisi ise destekleme kurulu üyelerinin 10+4 formülünden 4+4 modeliyle oluşturulması. Ankara’nın kurula dört üye göndermesi ve sektör temsilcilerinden sadece 4 üyenin destek seçiminde yer alması özgür ve demokratik bir seçimin önünü kapatan en önemli müdahale oldu.

***

Sansür ve otosansür

Son yirmi yılda giderek artan bir şekilde öncelikle RTÜK eliyle ve verilen cezalar yoluyla ciddi bir sansürün uygulanmakta olduğu herkesin malumu. Özellikle TV kanalları bu müdahaleden nasiplerini fazlasıyla almaktalar. Örneğin 2020 verilerine göre yedi ana akım kanal arasında RTÜK’ten para cezası almayan tek kanal var, TRT 1. Netflix gibi uluslararası bir platformun üreteceği işlerle ilgili devlet müdahalesi tartışmalarını da herkes hatırlayacaktır.

Öte yandan festivallerin ve yönetmenlerin gelecek tepki ve müdahalelerden çekinerek ve kendi geleceklerini korumak adına bir tür otosansür mekanizması geliştirdiklerini de görmekteyiz. Yönetmenler destek alabilmek için giderek politik konulardan kaçınan işler üretmeye meylederlerken festivaller de kendi içlerinde zaman zaman sansür uyguladılar. Antalya bu bağlamda başı çeken oluşumlardan biri. Hatırlanacak olursa 2014 yılında festival başlamadan, **Reyan Tuvi**’nin Gezi Belgeseli ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in belgesel ön jürisi tarafından seçilmesine karşın Film Festivali yönetimince yarışmaya alınmamıştı. Başlayan sansür tartışmalar, bildiriler sonucunda 15 belgesel film yöneticisinden onüçünün filmlerini geri çekmesi ve Festival Yönetiminin Ulusal Belgesel Film Yarışması’nı iptal etmesiyle sonuçlanmıştı.

Bugün Antalya’da iktidara karşı duran ödül törenleri yapılmasına kanıp geçmişi unutmamak gerek, sansür ifade özgürlüğüne de sızmıştı. Örneğin 2015 yılında ödül konuşması yapanların sesinin kısıldığına tanık olmadık mı? Tolga Karaçelik ödülünü hapiste olan Can Dündar ve Erdem Gül’e adadığında canlı yayın yapan A Haber rejisinin yönetmenin görüntüsünü kestiğini hatırlayalım. Şöyle diyordu Karaçelik:“Biz biliyoruz ki siz içerde olduğunuz sürece biz de içerdeyiz. Biz burada olduğumuz sürece siz de buradasınız. Sizin gibi insanlar sayesinde umudum artıyor. Bu ödül sizin için.”

Bir diğer sansür vakası, Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun yönetmenliğini üstlendiği Bakur (Kuzey) (2015) belgeselinin 34. İstanbul Film Festivali’nde 12 Nisan 2015’te yapılması planlanan gösteriminin son anda iptal edilmesiydi. Festival yönetimi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan aldıkları, “festivallerde gösterilecek Türkiye’de üretilen filmlerin kayıt-tescil belgesi almış olması zorunluluğunun hatırlatıldığı” bir yazı üzerine Bakur’un gösteriminin iptal edildiğini duyurdu. Oysa filmin gösteriminin engellenmesi sadece kayıt-tescil belgesi ile ilgili değildi, dönemin sinema genel müdürünün İKSV’yi aradığı ortaya çıkmıştı. Daha vahimi filmin yönetmenlerinden Ertuğrul Mavioğlu Vahdet gazetesinin sürmanşetinden “İşte o hain PKK filminin yönetmeni” başlığıyla hedef gösterilmişti.