Muhafazakar toplumların temelini oluşturan ‘kutsal aile’ imgesinin bilinçaltımıza yerleşmesinde sinema endüstrisi önemli bir rol oynadı. Ta ki, 60’lı yılların isyankâr gençliği kapitalist toplumun yerleşik değerlerini sorgulayıncaya dek.

Beyazperdede aile sırları

Medyanın ‘amiral gemisi’nin birinci sayfasından güncel bir manşetle başlayalım: “Bir kalpte iki aşk mümkün mü?”… Yanı başında, kocaman puntolarla “Hem gündemi, hem reytingi salladı” yazıyor. Haberi merak edip okuyunca, meselenin ‘ana akım’ kanallardan birinde yayınlanan “Sadakatsiz” dizisi ile ilgili olduğunu anlıyorsunuz. Meğerse, dizide eşini aldatan erkek kahramanın “Niye insan iki kadını sevmesin” sözleri gündem yaratmış! Nasıl yaratmasın ki… Bu kadar ‘özgün’ bir hikayeye sahip kaç dizimiz var? Nasılsa, seyircimizin haberi bile olmamıştır, Agnes Varda’nın 1965 yılında çektiği “Mutluluk” adlı filmden. İki kadını birden seven erkeğin hikayesi Türkiye’de gündem olmayacak da nerede olacak? O kadar ki, muhalif basınımız bile ilgisiz kalamadı bu derin konuya!

Sinema, aşk hikayeleri olmasa ne yapardı? İlk günden bu yana, aşk konusunun deşilmedik yanı kalmamıştır herhalde. Beyaz atlı prensini bekleyen güzel kızların, kocası dışında bir erkeğe aşık olan kötü kadınların hikayelerini anlatan Amerikan filmleriyle büyüdük hepimiz. Muhafazakar toplumların temelini oluşturan ‘kutsal aile’ imgesinin bilinçaltımıza yerleşmesinde sinema endüstrisi önemli bir rol oynadı. Ta ki, 60’lı yılların isyankar gençliği kapitalist toplumun yerleşik değerlerini sorgulayıncaya dek...

60’lı yıllardan başlayarak, Fransız sinemasının yanı sıra, Amerikan bağımsızları da alternatif ‘mutlu aile’ tabloları çizmeye başladılar. Aynı cinsten çiftlerin aşk hikayeleri kimseleri şoke etmiyor artık. Elbette, Türkiye dışında… Bizim seyircimiz, bir yanılsama olduğunu bilse de, “Bizim Aile”, “Gülen Gözler”, “Sev Kardeşim” tarzı naif ve duygusal filmlere bayılır. Kendi ailelerinde bulamadığı mutluluğu beyazperdede arayan kitleler için çok doğal değil mi? Bu şemaları zorlayan bağımsız yapımlarımız ise, pek rağbet görmez seyircimizden. Ne de olsa, masallarla büyütülmüş, hala da masallarla kandırılan bir toplumun üyeleriyiz. Pek de yalnız sayılmayız bu konuda; Amerikan toplumunun nabzını çok iyi tutan Amerikan sinemasının ana akımı hala da aynı masalları anlatmıyor mu?

Ailen imtihanındır

“Ailen imtihanındır” diyordu, değerli tiyatro yazarımız Özen Yula, geçenlerde sanal ortamdaki bir paylaşımında (kim bilir, belki de yeni oyununun temasıdır). Gerçekten de, tüm yaşamımızı etkileyen, hatta belirleyen bir ortam değil midir aile? Sinema dünyasının en vazgeçilmez ’malzeme’si olmasına şaşmamalı… Amerikan sinemasının ‘aile’ teması üzerine yaptığı filmler içinde çocuk önemli bir yere sahiptir. Cuma akşamı TRT2’de gösterilen “Kramer Kramer’e Karşı”, bir roman uyarlaması. İki usta oyuncu, Dustin Hoffman ve Meryl Streep’in başrolleri üstlendiği filmde, annesi evi terk ettikten sonra babası tarafından büyütülen bir çocuğun dramını yorumlayan Robert Benton, ayrılıktan bir buçuk yıl sonra annenin velayet davası açarak çocuğu babasından kopartmak istemesinin karı-koca ve çocuğun psikolojileri üzerindeki etkisini duyarlı bir dille ve tarafsız bir bakış açısıyla aktarıyor.

Amerikan bağımsız sinemasından “Küçük Günışığım” (Little Miss Sunshine), bir roman uyarlaması olan “Mucize” (Wonder) ve “Müthiş Dadı” (Mrs. Doubtfire) çocuğun aile bireyleri ile ilişkisi üstüne ilk akla gelen yapımlar. Tıpkı, yıllardır ayrı kaldığı oğullarını ziyarete giden bir babanın öyküsü olan ““Herkesin Keyfi Yerinde” (Everybody’s Fine) gibi. Kendi payıma, bu filmin orijinali olan İtalyan yapımını yeğlerim. Aynı adı taşıyan (Stanno Tutti Bene) Guiseppe Tornatore filminde baba rolünde muhteşem oyuncu Marcello Mastroianni vardı. Tabi, İtalyan sineması deyince, Roberto Benigni’nin toplama kampına gönderilen bir Yahudi ailenin hikayesini anlattığı “Hayat Güzeldir” (La Vita e Bella) unutulur mu?

Ailesinden beklediği ilgiyi bulamayan bir çocuğun dramını anlatan Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in “Sevgisiz”i; aile fertleri arasındaki iletişimsizliğin yanı sıra, farklı olana karşı tahammülsüzlüğü ve mahalle baskısını konu alan Leyla Yılmaz’ın “Bilmemek”i, günümüz Batı toplumunun parçalanmış aile yapısını yorumlayadursun, Uzakdoğu sinemalarında, kendi filmlerimizden bildiğimiz o geleneksel aile sıcaklığını bulabiliyoruz. Geçen yılın en parlak filmi, Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun “Parazit”inin ve Japon sinemasının ustalarından Hirokazu Kore-eda’nın “Arakçılar” (Shoplifters) adlı filminin art arda iki yıl Altın Palmiye kazanması boşuna değil herhalde…

Festival galalarında ‘aile’

Kore-eda, “Baba Gibi” (Like Father Like Son) adlı filminde, doğum sırasında karıştırılan ve farklı aileler tarafından büyütülen iki çocuğun aileleriyle ilişkisini anlatmıştı (Bu hikayeyi, Avrupa sineması da defalarca anlattı, dram ya da komedi olarak, hiçbiri Kore-eda’nın düzeyine yaklaşamıyordu)... Bu filmlerden söz etmemin nedeni, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin en etkileyici filmlerinden biri olan (Galalar bölümünde gösterilen) “Anne Gibi” (True Mothers)… Bu yıl -yapılamayan- Cannes Film Festivali seçkisi içinde yer alan, Naomi Kawase’nin filmi, 14 yaşında hamile kalan bir kızın, ailesi tarafından gönderildiği ‘Baby Baton‘ adlı özel bir kuruluşun mekanında doğum yaptıktan sonra, evladını bu kurum aracılığı ile çocuk sahibi olamayan bir aileye vermesini ve yıllar sonra onu geri almak istemesini konu alıyor… “Kramer Kramer’e Karşı” ile karşılaştırılması, iki farklı kültürün anne-çocuk ilişkisine bakışındaki benzerliği sergilemesi açısından ilginç olabilir. Her neyse, Festival yapılabilseydi, Kawase’nin bu duyarlı, ama ucuzluğa, kolaycılığa prim vermeyen melodramı Cannes’dan ödülsüz dönmezdi diye düşünüyorum.

Filmdeki kurum, Werner Herzog’un “Aile Saadeti A.Ş.“sini akla getiriyor ister istemez. Herzog’un Japonya’da çektiği filmde, insanlara sahip olamadıkları mutlu anları yaşatmayı hedefleyen (örneğin, babasız büyüyen bir çocuğu, ‘uygun’ bir baba ile buluşturarak onu mutlu eden) ve amacını oyuncu kullanarak (örneğin, babanın kimliğini etüt etmiş bir oyuncu ile) gerçekleştiren bir büyük şirket vardı. Kawase’nin filmindeki kurumun amacı da, insanlara yaşayamadıkları annelik, babalık duygularını yaşatırken, çocukları da sevgi görecekleri bir aile ortamına kavuşturmak… Kapitalizmin hizmetlerinin sınırı yok diyebilirsiniz ama, “Anne Gibi”deki tek bir kadının yarattığı kurumun yararlı bir hizmet yaptığını inkar edebilir misiniz?

Festival galalarından bir başka film, Fransız yönetmen Martin Provost’un “İyi Bir Eş Olmanın Yolları” (La Bonne Epouse), genç kızların kocalarını memnun etmek için eğitilmesi amacıyla kurulan ve Bayan De Gaulle’ün özel ilgisine mazhar olan ‘Van der Beck Ev Hanımı Enstitüsü’ nün muhafazakar bir anlayışa sahip müdiresinin çocuklarla ilişkisini anlatıyor. Fransız (hatta, dünya) tarihinin dönüm noktalarından biri olan 1968’in eşiğinde geçen öyküde, ‘azize’ olmakla ‘fahişe’ olmak arasında seçim yapmaya zorlanan genç kızların özgürlüğü ve kendi bedenlerini / cinselliklerini keşfetmeleri süreci, zamanın ruhunu yansıtan müzikler, değerler (“Çeyizi olmayan kadın, geleceği olamayan kadındır”), korkular (“Komünistler kolhoz yapacak enstitümüzü”) ve objeler (kadının özgürleşme göstergesi olarak pantolon) eşliğinde anlatılıyor. Müdire hanımın gençlik aşkına ve özgürlüğüne kavuşması sonucu yaşadığı değişim, ‘Enstitü’nün kapanması ve eğitmenlerin, kızlarla birlikte -‘feminist’ sloganlar eşliğinde- Paris’teki devrime (Mayıs 68) katılmak üzere yürüyüşe geçmesi… Bu eğlenceli filmin gişede de başarılı olması beklenir.

İzmir’de Aile Sırları

İKSV’nin İstanbul Film Festivali geride kalırken (son film olarak, “Pinokyo”yu izleyeceğiz), İzmir’de Fuar sırasında başlayan, pandemi yasakları nedeniyle yarım kalan ödüllü filmler geçidinin ikinci bölümü, bu akşam Kültürpark İzmir Sanat’ta Türkiye-Almanya-Bulgaristan ortak yapımı “Kardeşler” filmi ile başlıyor. İki kardeş arasındaki gerilimli ilişkiyi ve bir ailenin sırlarını inceliklerle örülü bir senaryo ve usta işi bir görsellikle anlatan Ömür Atay’ın oyuncu yönetiminde de çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Nitekim, filmin genç oyuncuları Yiğit Ege Yazar, Caner Şahin ve Gözde Mutluer geçen yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde ödüllendirildiler. Nürnberg ve Reykjavik Festivallerinde En İyi Film seçilen “Kardeşler”in görüntü yönetimi ve sanat yönetimi dallarında da ödülleri var.

Hafta içinde, gene aile temasında, iki film daha gösterilecek İzmir Sanat’da (Filmlerden önce, yönetmenleriyle söyleşimiz olacak). İzmir Büyükşehir Belediyesi / Kültür Sanat web sayfasından QR koduyla ücretsiz davetiye alarak izleyebileceğiniz filmlerden, Cenk Ertürk’ün yönettiği “Nuh Tepesi” 30 Ekim’de gösterilecek. Geçen yıl Adana Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen dahil dört ödül alan filmde, (iki olağanüstü oyuncu, Haluk Bilginer ve Ali Atay’ın canlandırdığı) bir baba-oğul ilişkisinin arka planında ülkemizde yaşanan toplumsal değişim yansıtılırken, bir başka aile meselesi, genç erkeğin karısı ile sorunlu ilişkisi yan damar olarak ana hikayeyi tamamlıyor. 31 Ekim’de gösterilecek olan Nihat Durak’ın “Kapı”sı da, yıllar önce toprağını bırakıp Almanya’ya göç etmek zorunda kalan bir Süryani ailenin hikayesi. Kadir İnanır’ın ailesine ve kültürel değerlerine tutkuyla bağlı bir babayı canlandırdığı film, Adana Film Festivali’nde İzleyici Ödülü’nü kazanmıştı. Serinin son filmi “Görülmüştür” ise Kasım ayında gösterilecek. Serhat Karaaslanın yönettiği, Berkay Ateş’in yazarlığa meraklı bir gardiyanı, Saadet Işıl Aksoy’un bir mahkum karısını canlandırdığı filmin, yaratıcılık, merak ve şüphe olgularına değinen, (yazarın gözlemlediği) bir ailenin sırları üstüne seyirciyi düşündürten çok katmanlı senaryosu kadar, yaratıcı ve yorumcu kadrosunun performansı da, filmin dünyanın dört bir köşesinde (Karlovy Vary, Atina, Duhok, Singapur) ödüllendirilmesini sağlamış... İzmir’de iseniz ve bu filmleri henüz izlemediyseniz bu fırsatı kaçırmayın derim.