91. İzmir Enternasyonal Fuarı bu yıl “Terra Madre Anadolu”ya ev sahipliği yaparken, sinemanın tarım ve gastronomi alanlarına eğilen, çevre duyarlığını kışkırtan ürünlerine ne dersiniz?

Beyazperdede lezzet yansımaları
Roland Joffé’nin “Vatel” filmi.

İzmir Enternasyonal Fuarı eski parlak günlerine yeniden kavuşacak gibi görünüyor. İzmir’i dünya haritasına yerleştirme kararlılığındaki Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, yeni projelerle hedefine adım adım yaklaşıyor. Yıllardır İtalya’nın Torino kentinde düzenlenen “Terra Madre” (Toprak Ana) etkinliklerinin bu yıl İzmir’de gerçekleştiriliyor olması bu doğrultuda önemli bir adım.


Tunç Soyer’in “Başka bir Tarım Mümkün” sloganıyla hayata geçirdiği tarım politikası, çiftçilerin kooperatifleşerek, ürünlerini dünya pazarlarına sunabilmelerine yönelik. Bu politikanın uygulanmasında kooperatifçilik alanında ciddi çalışmalar yapan eşi Neptün Soyer’in katkıları göz ardı edilemez. Tarımın, ülkemizin kalkınma hedefleri içinde öncelikli bir yeri olması gerektiği çok açık. Ne var ki, son yıllarda tarım ve hayvancılığı öldüren bir ekonomi politikası uyguluyor siyasi iktidar. Verimli topraklara sahip ülkemiz, tarım ve hayvancılık alanında ithal ürünlere mahkûm ediliyor. Soyer çiftinin İzmir’de başlattığı seferberlik, yalnızca bu kent için değil tüm ülke için kurtuluşun yolunu gösteriyor.

Tarım kendi başına bir alan değil, gastronomiden çevreye, sağlıktan enerjiye pek çok alanla iç içe var olan, bir ülkenin yaşam kaynağı. Aynı zamanda, bir ülkenin bağımsızlığının güvencesi… Tutarlı bir tarım politikasının uygulanabilmesi, tüm bu alanlarda bilinç oluşturma çabalarının varlığına bağlı. Çevre bilinci gelişmemiş, gastronomi ile sağlığın, enerji politikalarıyla turizmin ilişkisi üstüne düşünme alışkanlığını kazanmamış bir toplumda bunu yapamazsınız. Tüketicinin ilgisinin bu sorunlar üzerinde odaklanmasını sağlayan, iyi örnekler sunan fuarların bu süreçteki işlevi inkâr edilebilir mi?

SİNEMA BURADA

İzmir Enternasyonal Fuarı’nı düzenleyen İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZFAŞ, farklı kültürlerin ‘Toprak Ana’ya bakışını yansıtan önemli bir fuar gerçekleştiriyorlar. Cuma akşamı başlayan ve 11 Eylül akşamına dek sürecek fuarda yüzlerce etkinlik var. Ülkelerin ve kentlerimizin stantları tarım alanında yaptıklarını ve yapacaklarını sergiliyor. Elbette, gastronomi alanındaki zenginliklerini de… İzleyiciler için eğitici olduğu kadar keyifli de bir deneyim, dünyanın farklı tatları ile haşır neşir olmak… Fuar programında çok sayıda söyleşi, panel, gösteri yer alıyor. Yıllar önce sevgili Oğuz Makal’ın başlattığı ‘Sinema Burada’ etkinliği de bunlar arasında. Bu yılki gösterimler çevre temalı filmlerden oluşuyor.

Programdaki on iki filmin dördü yerli belgesel: Karaburun keçilerini konu alan “Keçileri Kaçırdık”, “Bi Avuç Hayal”, “Ulamış Köy Tiyatrosu” ve Barış İnce’nin midye dolması satıcılarını anlattığı “Kabuğu Kırmak”. İki de yabancı belgesel var: Wim Wenders’in fotoğraf sanatçısı Sebastian Salgado ile birlikte gerçekleştirdiği “Toprağın Tuzu” ve Makedon yönetmenler Tamara Kotevska ile Ljubomir Stefanov’un “Bal Ülkesi”. Programda, çevre sorunlarına değinen üç animasyon filminin (“Loraks”, “Moana” ve “Prenses Mononoke”) yanı sıra, üç de kurmaca var; Alexander Payne’in 2004 yapımı “Gerçek Şaraptır” (Sideways) ile 2020 yapımı iki film: Kore kökenli Amerikalıların yaşam mücadelesini anlatan Lee Isaac Chung’un “Minari”si ile İzlandalı yönetmen Jeremy Sims’in “İnatçılar”ı. Fuarı gezdikten sonra İzmir Sanat’a uğramayı ihmal etmeyin derim.

Yazımın başında, tarım, çevre, enerji, gastronomi gibi konuların birbirinden bağımsız ele alınamayacağına değinmiştim. Ama, belgeseller bir yana, kurmaca filmler içinde bu alanlardan birine yoğunlaşanlar çoğunlukta. Dilerseniz, bu geniş çerçeveye kuşbakışı bir göz atalım ve bu temalara ilgi duyan okurlarımıza bazı ipuçları verelim.

ÇEVRE DUYARLIĞI

Çevre sorunları günümüz sinemasında sıkça ele alınan temalar arasında. Zehir saçan fabrikalar, çevreyi kirleten ürünler, çarpık kentleşme, iklim değişikliği, buzulların erimesi, sel felaketleri, GDO’lu tarım ürünlerinin, nükleer santralların yol açtığı sağlık sorunları vb… Bütün bunlar gündelik yaşamlarımızı yakından ilgilendiren konular. Kimi yönetmen çevre duyarlığı yaratmak amacıyla belgesel yapımlar üzerinde yoğunlaşırken, kimileri de bu felaketlerin sorumlularını deşifre eden kurmaca yapımlar ortaya koyuyor. Bu yapımların birçoğu, çevre felaketleri sonucu tüm zenginliğini yitiren dünyamızın gelecekteki halini yansıtan ‘distopya’lardır.

Tabii ki, Amerikan sineması aktardığı olayların sorumlusu olarak ‘sistem’i göstermez, genellikle para hırsına yenilen ‘kötü adamlar’ yapar bu işleri ve filmin sonunda cezalarını bulurlar! Elbette, istisnaları da vardır bu durumun. Tekelci kapitalizmin maharetlerini bir bir ortaya saçan Amerikan yapımları arasında, fantastik bir yaklaşımla çevre sorunlarına eğilen Bong Joon Ho’nun “Okja”sını, Robert Altman’ın “Sağlık” adlı politik güldürüsünü sayabiliriz. Avrupa sinemasında gerçekçi yaklaşımlar yoğunlukta. Agnes Varda’nın “Toplayıcılar”ı (Les Glaneurs et la glaneuse) tipik bir örnek.

Dünya sinemasının sıkça değindiği bu temalara bizim yapımcılarımız pek yüz vermez; bu türden filmlerin ticari şansı olmadığına inandıkları için olsa gerek. Belki de haklıdır yapımcılarımız, seyircimiz masal dinlemekten hoşlanıyordur… Her neyse, bu yumurta-tavuk meselesini bir yana koyup, birkaç namuslu örnekten söz edelim. Atıf Yılmaz, bu konuya ilk eğilenlerden biridir; 1976 yılında çektiği “Tuzak”ta çevreyi kirleten bir fabrika patronuna karşı cesur bir gazetecinin verdiği mücadeleyi anlatır. Orhan Oğuz “Manisa Tarzanı”nda insan-doğa ilişkisine romantik bir bakışla eğilirken, Reha Erdem “Koca Dünya”da ekoloji üstüne felsefi bir yaklaşım getirir, Emre Yeksan “Körfez” ve “Yuva” filmleriyle çevre sorunlarını gündeme getirir, Derviş Zaim “Balık” filminde yaklaşan ekolojik felakete karşı seyirciyi uyarmaya çalışır. Lütfi Akad’ın Orman Bakanlığı için çektiği “Tanrının Bağışı Orman” belgeseli ise, sonraki yıllarda sayıları artacak doğa ve çevre belgesellerinin öncüsüdür.

Doğada hayvanlarla birlikte yaşadığımız gerçeğini hatırlatan filmleri de bu çerçevede anmak isterim: Bask bölgesinden iki yönetmenin filmleri ilk akla gelenler arasında: Julio Medem’in “İnekler”i (Vacas) ve Bigas Luna’nın “Jamon Jamon”u. İranlı Daryuş Mehrcui’nin 60’lı yılların sonunda çektiği “İnek” adlı başyapıtını, son yıllarda Amerikan bağımsız sinemacılarından Andrea Arnold’un “İnek”i ve Kelly Reichardt’ın “İlk İnek”i izledi. Bu listeye, Michael Sarmach’ın “Domuz”unu, Malcolm Mowbray’in “A Private Function” adlı güldürüsünü eklemeden olmaz.

VE GASTRONOMİ

Sinemanın ilk yıllarından bu yana gündeminden düşürmediği bir temadır mutfak sanatı ya da gastronomi. Marcel Pagnol’ün 1938 yapımı “Fırıncının Karısı” filminden 1987 yapımı Gabriel Axel filmi “Babette’in Şöleni”ne ya da Yunan yönetmen Tassos Boulmeris’in “Baharatın Tadı”na (Politiki Kouzina) sayısız örnek vardır bu alanda. Günümüz Uzakdoğu sinemasının ustaları mutfak sanatına özel bir önem verirken, tat alma duyusunun yaşama sevinci ile ilişkisini vurgulamayı ihmal etmezler. Japon yönetmenler Juzo İtami “Tampopo”, Naomi Kawase “Umudun Tarifi” (Sweet Beans), Çin/Tayvan asıllı Ang Lee “Eat Drink Man Woman” filmleri bu sevginin en güzel örnekleri arasındadır. Çikolata sinemanın sevdiği bir gastronomi ögesidir. Lasse Hallström’ün “Çikolata” ve Tim Burton’un “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” tadından yenmeyecek filmler arasında değil midir?

Gastronomi ile turizm arasındaki güçlü bağları vurgulayan filmlerin sayısı da epeyce fazladır. Michael Winterbottom 2010 tarihli “Yolculuk” adlı ‘mockumentary’sinin gördüğü ilgi üzerine, “2014’te “İtalya’ya Yolculuk”, 2017’de “İspanya’ya Yolculuk” filmlerini yapmış, bu ülkelerin mutfak sanatlarını eğlenceli bir biçem içinde aktarmıştır. Fatih Akın’ın “Soul Kitchen”ı Alman sinemasının bu temadaki en güzel ürünlerinden biridir. Şarapçılık ve tadım uzmanlığı üstüne ne çok film yapılmıştır. En sevdiklerimi anmakla yetineyim: Ken Loach’un “Meleklerin Payı” (Angel’s Share), Randall Miller’ın “Paris Yargısı” (Bottle Shock)…

Aşçıbaşıları başlı başına bir konudur sinema için. Jan Fevreau’nun “Şeflerin Savaşı”, Roland Joffé’nin “Vatel”, Mitterand’ın aşçısı Hortense’nin yaşamından bir kesit sunan Christian Vincent’in “Sarayın Tatları”, Bernard Rapp’ın “Lezzet Meselesi”, Michelin yıldızı almaya çabalayan bir şefle karısının hikâyesini anlatan Christoffer Boe’nin “Bir Tutam Açlık”ı ve Brad Bird, Jan Pinkava imzalı müthiş bir animasyon: “Ratatuy” (Ratatoille) bunlardan yalnızca birkaçı… Mutfakla sofra arasında geçen romantik öykülerden hoşlananlar ise Alfonso Arau’nun ”Acı Çikolata”, Nora Ephrom’un “Julie ve Julia”, Donald Petrie’nin “Mystic Pizza”, Ang Lee’nin “Düğün Sofrası” filmlerine başvurabilirler.

Tabi bir de konuya çizgi-dışı bir yorumla yaklaşan ve her biri sinema sanatının doruklarında dolaşan filmler var. Peter Greenaway’in “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı”, Marco Ferreri’nin “Büyük Tıkınma”, Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet’nin “Şarküteri” adlı yapımlarını bulup izlemenizi öneririm. Sinemamız, bu konuda da fazla çalışkan değil. Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ı, Ümit Ünal’ın “Sofra Sırları” ve Başar Sabuncu’nun Vasıf Öngören’in oyunundan uyarladığı “Zengin Mutfağı” ilk akla gelenler.

Ağız tadınız ve seyir zevkiniz daim olsun…