Beyazperdenin duvarları

UĞUR KUTAY ugurkutay@birgun.net

“Aut virum aut murum oportet mulierem habere”. Yani, “Bir kadının ya kocası ya da duvarı olmalıdır.”

Soyun devamı ve iş gücü açısından kutsanan oğlan çocuğun tersine kız çocuğunun herhangi bir ‘getiri’si olmayan, acilen kurtulunması gereken bir yük olarak algılandığı Ortaçağ cinsiyetçiliğinin mottosu olan bu söz, belli bir yaşa gelip de ‘uygun kısmet’ bulamamış iyi aile kızlarının manastıra kapanıp kendini tanrıya adaması gerektiği anlamına geliyordu. Tarlada veya tezgah başında ister istemez üretim sürecine katılan köylü ve alt sınıf mensubu kızların manastıra kapanması ise çok yaygın değildi -emekçi kıza en azından dinsel duvar dayatması yok...

Avrupa’nın Rönesans’tan geçip Aydınlanma’ya doğru ilerlediği, sınıfsal devinimlerin giderek belirginleştiği 16-17. yüzyıllarda bu söylemin zayıflaması beklenirdi. Oysa Craig A. Monson’ın Nuns Behaving Badly (Yaramaz Rahibeler) adlı kitabında aktardığına göre tam tersi olmuş; örneğin İtalya’da, gelin ailesinden istenen drahoma/çeyiz miktarının karşılanması giderek zorlaştığı için, çok çocuklu ailelerde söylem manastırlar lehine şöyle değişmiş: ”Sadece bir kızın kocası, diğerlerinin duvarı olmalı.” 18-19. yüzyıllarda yaşanan tuhaf manastır enflasyonunun bir nedeni de bu olsa gerek.

Kadın düşmanı erkek/baba tanrı etrafında şekillenen tek-tanrılı (İbrahimî) dinler dünyasında bu manastır geleneğinin belki eril dinsel ideolojinin dönüştürülmesi açısından bir potansiyeli olabilirdi. Ama bu hiçbir zaman mümkün olmadı, çünkü duvarlar arasına kapanan/kapatılan kadına duvarlarla konuşmaktan başka seçenek kalmıyordu.

Bu tarihsel süreçten doğan ilginç bir de kavram var: Kötücül rahibe (evil nun).

Bir rahip çocuklara tecavüz edebilir ya da Vatikan çıkarına mafya ile işbirliği yapabilir, bunlar onu günah işlemiş bir adam yapar ama tümden kötü kılmaz. Rahipler (father/peder/baba) kiliseye hizmet ve cemaate çobanlık potansiyelleriyle değerlendirilir -en azından şimdiye kadar gördüğümüz örnekler böyleydi.
Oysa rahibeler (mother/anne veya sister/kız kardeş) ne kadar iyi niyetli olsalar da kökten kötülüğe meyillidir, çünkü onlar Havva’nın kızlarıdır: Şeytanın baştan çıkarmasına fazlasıyla açık, onun yeryüzündeki aracı olmaya fazlasıyla teşne, içinde potansiyel cadılık gücü taşıyan zayıf varlıklar...

Torsaker Cadıları Davası’nda (1675) aynı gün içinde idam edilen 71 kişiden sadece 6’sının, 1275-1895 arası dönemde yazılı kayıtlara göre cadılık suçlamasıyla idam edilen 109 kişiden sadece 12’sinin erkek olması üzerine kurulu bir tarihselliğin sonucu olarak, sinemada da çok az iyi rahibe görürüz. Hatta şeytan tarafından zapt edilip manastırı bir kötülük yuvasına dönüştüren rahibelerle ilgili filmler korku sinemasında bir alt-tür oluşturacak kadar çoktur (nunsploitation). Bu ‘şeytani güçlere sahip rahibe’ imgesi o kadar güclüdür ki, korku filmleriyle sınırlı kalmaz. Örneğin Blues Brothers’da (1980) Jake ve Elwood’u yetiştiği yetimhanenin başındaki rahibe bile, bazı sahnelerde bir canavar-anne modeli olarak sunulur.

Bu hafta gösterime giren The Nun/Dehşetin Yüzü de bu tarihsel sürecin bir sonucu. “Kadın eşittir kötülük” teması üzerine kurulu The Conjuring/Korku Seansı (2013-2016) ve aynı ekibin “Şeytan neden oğlan çocuklarının değil de kız çocuklarının oyuncaklarıyla bağlantı kurar?” sorunsalını ‘babalar gibi!’ ele aldığı Annabelle (2014-2017) serisinin devamı denebilecek bu film, manastır duvarlarıyla evlenip dünyevi alandan çekilen kadınların bile nasıl şeytani kanallar olabileceğini anlatıyor.
Uzun lafın kısası, aşırı derecede erkek ve dindar bir kapitalizmin en önemli kültürel parçası olarak sinema, yeni duvarlar örüyor, yeni manastırlar kuruyor. Ben de bir koca olduğum için işin koca (virum) kısmına bir şey diyemem ama, duvar (murum) kısmına artık bir “Non!” çekme zamanıdır. Hem de beyazperdeye bakarak: “Non murum!”