Şöyle geriye dönüp, film eleştirileri ve festival tanıtımları hariç yazdığım sinema yazılarına bakıyorum da, Beyoğlu Sineması yazıları içlerinde hayli yer tutuyor. Sinemaya gönül verişimiz, kendimizi yıl boyu festival izliyor gibi hissetmemizle başlamış; sahipleri, yöneticileri, çalışanlarıyla kurduğumuz dostluk ilişkisiyle devam edip gitmiş.

Bizim sinemamızdı Beyoğlu. Cafesi de sohbet yerimiz. Her yıl SİYAD’da seçtiğimiz filmlerin orada gösterilmesiyle övünürdük. Böylece insan, hem kaçırdığı filmleri yakalama, hem de çok sevdiklerini yeniden izleme fırsatına kavuşur. Eurimages sineması oluşu (Alkazar’la birlikte) da heyecan yaratmıştı. Ama masal hep böyle devam etmedi, tabii. Tökezlenen olaylar da oldu: aralarında beni en çok üzeni, bir dönem Festival mekânı olmaktan çıkarılışıdır. Ancak İstanbul Film Festivali de sonunda Beyoğlu’ndan vazgeçmemiştir.

Ne yazık ki, oradaki arkadaşlarımız bunları bizden saklamadığı halde, varolan borcun ne düzeye çıktığını anlamamışız; koltukların değiştirilip Mahir kardeşimizin duvarları resimlediği yıl hariç ne kadar bakımsız kaldığını da kabul etmek istememişiz. Üstelik de zaman zaman “Beyoğlu Sineması kapanıyor” haberleri yazmak durumunda kaldığımız halde. Bir seferinde, mali zorluklar nedeniyle salonun kapatılacağı ilan edilince Alin Taşçıyan, “Meydan kovboylara kalacak, Kızılderililer yok olacak” diye hayıflanmıştı. Gerçekten de Kızılderili idiler. Birkaç idealist, kültür-sanat misyoneri. 1989’da bir araya gelip bu sinemayı açmışlar, sonra da yıllar boyu ayakta kalmaya çalışmışlardı.

Peki, ne yapılabilir diye defalarca sormuş, çareler aramıştık. Ama muhatap olabilecek kimseden tık çıkmadı. Ne devletten, ne özel sektörden, ne de belediyeden. Oysa Beyoğlu Sineması, sinemayı sahiden seven insanların görmek istediği filmlerin gösterildiği salonların sonuncusuydu desek yeridir. Tam “Herkes müstahak olduğu yönetimi de, sinemayı da buluyor” diyorduk ki ufukta bir ışık belirdi. Belki de Cem ile Utku belirdi demek daha doğru. Ellerini taşın altına koydular, bir sürü görüşme yaptılar ve Sadakat Kartı projesiyle ilk adımı attılar.

Beyoğlu Sineması’nın kurucularından ve işletmesini yürüten Baha Serter, Cem Altınsaray olmasa kapanacaklarını söylüyor. Kendisi, kapatmaya karar verdiklerinde bir ay uyku uyuyamamış. Kapanma açıklamasını gözyaşları içinde yazmış. Ama şimdi sinemanın gerektirdiği enerjiyi Cem ile Utku’da bulabileceğini düşünüyor.

Aslında çoğu iyi filmlere orada kavuşmuş olan ünlü isimler de katkıda bulundu. Sadakat Kartı aldıkları gibi, kartları tanıttılar, hatta sinemada satış yaptılar. Gene bir zor dönemde ünlü yönetmenlerin “Biz burada yetiştik” diye sinemaya destek olduklarını bildiğim için hiç şaşırmadım.

Cem Altınsaray ise, Hülya Çam’la yaptığı söyleşide şöyle demiş:

“Bu sinemanın kendine ait seyircisi var. Buraya ilk günden beri sahip çıkan, bizimle bu mücadeleyi paylaşan, yıllarca bu sinemada filmler izlemiş insanlar... Ancak bu kadarla yetinmek istemiyoruz. Burayı, borçları kapattığımız takdirde, ayakları üzerinde duran, bir daha bu şekilde borca batmayan bir işletmeye dönüştürebilmemiz için buraya daha önce hiç gelmemiş olan seyircileri de çekmemiz gerekiyor.”

En zoru o, tabii. Gerçi Onur Ünlü yazın, Festival’den sonra başka hiçbir yerde göstermediği filmi “Kırık Kalpler Bankası”nı burada üç seans arka arkaya oynattığında, sinema öyle bir dolmuştu ki, çalışanlardan birinin gözleri dolmuş.

Gene öyle olacak diye umuyoruz. Bu hafta Beyoğlu Sineması ilk adımı atıyor. Filmekimi de restore olmuş halde bizimle birlikte. Ondan sonra, yenilenmiş, kültür merkezi faaliyete geçmiş bir Beyoğlu’na kavuşacağız diye umuyoruz. O zaman da Cem Altınsaray’la bir yeni durum değerlendirmesi yaparız. Ticari filmler ile alışveriş sinemalarının elinden kurtulmuş olmanın sevinciyle...