Kadıköy’ün merkezinde oturunca, yeni Taksim’in, İstiklal’in, Tünel’in, artık burası olduğunu, bariz fark ediyor insan, bir yandan da, kendine soruyor, benzer akıbet, bu yakayı da mı bekliyor diye…

Beyoğlu’nda gezerken, gözlerini süzerken…

ALPER TURGUT

Kaç haftadır, kahverengi ve beyaz arasında yaşanan, koşulları bile eşit olmayan fantastik ve absürt çekişme yüzünden, tuhaflıklara şaşırmaya, sabrımızı taşırmaya, iyiden iyiye sıyırmaya başladık, güzelim baharı bile ıskaladık. Hal böyleyken… Oh! Nihayet bugün bitiyor, biraz kendimize gelelim, stresi bitirelim, harbiden yorulduk be, içimiz şişti, dışımız pişti. Yıllar sonra geçmişe bakıp, siyah-beyaz film tadındaki, kahverengi-beyaz günlerimizi hatırlar mıyız? Bence unutalım gitsin, hayatın tüm renklerinin, ikiye indirilmesini, içlerinden birinin de ısrarla dayatılmasını anımsasak ne olur? Neyse, akşama netice belli olur, yine ve yeniden önümüze bakarız, her koşulda, zaten yılgınlık, bıkkınlık gibi bir lüksümüz yok. Kısa süreli sevinçlere çok zaman ayıracak vaktimiz de…

Festivali yazmayı düşünüyordum, ancak o da bu sene gümbürtüye gitti, son düzlükte film seyretmek yerine, memleketin şuurumuzu kaybettirme meyilli gündemini izledik. Sizler de, ah nerede o ilkyaz müjdecisi, canımın içi festivaller demiyor musunuz? Beyoğlu’nde gezerken, gözlerini süzerken diye şarkı söyleyelim, nostaljiyi köpürtelim demiyorum ha, Cadde-i Kebir’de (İstiklal) şöyle bir yürüyelim, nereden nereye savrulduk anlarsınız. Kadim bir dostun başına gelenler karşısında hüzünlenmemek elde mi? Tepeden tırnağa bir dönüşüm bu, iyiye ve güzele de değil, dibe, en dibe… Kuzum be, Asmalı Mescit’in hali nedir öyle, gülücüklerin, kelebek etkisiyle yayılıp, kahkaha tufanına dönüştüğü, endişenin değil, neşenin giderek büyüdüğü, yürümenin bile marifet ister bir hale geldiği, Sofyalı’nın olabildiğince daracık, sıkışık ve kalabalık yolunda, birlikteyken mutlu ve mesut insanlar, gerçekten neredeler? Mekânlar ya kapanmış, ya taşınmış, ya da kiralık, bizim gözde yaşam alanına yakışmamış bu tenhalık.

İki film arasında, bize kalan dar vakitte, kendimizi hızlıca attığımız, meşhur sokaklarında soluklandığımız, şöyle karşılıklı veya yan yana oturup, iki sohbet, bir muhabbet, beş çay, biri açık, üstüne kahve, elimizde de kötü alışkanlık. Ah ulan! Bir filmi anlatarak, katarak, azaltarak, kurguyla gerçeği harmanladığımız, kafalarımızı açan, içine duygusunu da katan o anlar, şimdi tarih mi oldu? Bir tek sinemaya olan aşkımız da değil ha, resimden, şiirden, edebiyattan, işte ne ararsan, orada bulurdun, sokak da, insan da, hayat da vardı. Zaman, su gibi gürül gürül akardı. Ne olacak bu memleketin hali, yine sorulurdu, lakin bunca gündelik politika, bunca sıkışmışlık hissi, bunca umutsuzluk, bunca saçmalık yoktu. Geleceğe dair siyaset, yarınlara ait düşler, ileriye yönelik fikirler, yerini bugünün karmaşasına, kaosuna ve dolambaçlı yollarına bıraktı çoktan…

Kadıköy’ün merkezinde oturunca, yeni Taksim’in, İstiklal’in, Tünel’in, artık burası olduğunu, bariz fark ediyor insan, bir yandan da, kendine soruyor, benzer akıbet, bu yakayı da mı bekliyor diye… Bu canlılık, bu hareket, bu devinim, bu gençlik, yerini çölleşmeye, yıkıma ve yok olmaya mı bırakacak, hatalarımızdan ders almamakta üstümüze yok, başa gelen çekilir modumuz da hep açık. Belki karamsarlığa sebep yok, belki her şey, çok güzel olacak. Ancak bu bize bağlı, Beyoğlu’nu kaybettiysek, ondan vazgeçmeyelim, üstümüzde çok emeği var, geri kazanalım, Beşiktaş ve Kadıköy’ü de yitirmeyelim, hayat dolu kalması için çabalayalım, bir kenti güzel kılan şey, alışveriş merkezleri, lüks siteler, beton yığınlar değil, insanın insanla kaynaştığı, kedilerin baş tacımız, köpeklerin dostumuz, martıların arkadaşımız, kumruların, serçelerin ve güvercinlerin ahbabımız olduğu yerdir, şüpheniz mi var? Karga yoldaş, seni hiç unutur muyuz, ayıp ettin!

İşte Taksim’de bir soluklanayım dedim, birkaç gün önce, içeride oturmak da bana göre değil, sevmiyorum ev ve sinema harici, kapalı yeri, bulamadım kafama göre bir yer, hani bizim kültürümüze de ait değil, bir acayip dükkânlar, ya nargile iç, ya da tatlı ye, eee ikisini de sevmiyorsak, Taksim’e hiç çıkmayalım mı? Şöyle arkamıza yaslansak, bacak bacak üstüne atsak, gelip geçeni seyretsek, olmaz mı ya? Eskiden bir sandalye bulup, İstiklal Caddesi’nin tam ortasına koymak ve oturup, insanları izlemek isterdim. Memleketin en kozmopolit yeriydi, her milletten, her görüşten insan, durmadan akardı, bir romana değil, bin romana sığmayacak karakter, önünden geçerdi, kimi dalgın, kimi düşünceli, kimi hüzünlü, kimi şen şakrak, öylece…

Cumartesi Anneleri’nin ilk eylemlerini takip ettiğimiz 1995’te ve sonrasında, her sokağında, memleket için kafa yoran insanlarla karşılaşmak, tanışmak, Taksim’in, salt eğlence ve zaman geçirme yeri değil, politik bir bilinç yeşertme alanı olduğunu kafamıza çakmıştı, ter içinde koşarken, bir eylemden diğer eyleme, bir ucundan diğer ucuna… Hepimiz Taksim’e çıktık, şimdi inmemizi istiyorlar ve bizler, bunu uysallıkla kabul ediyorsak, sorun biraz da bizlerde değil midir? Elbette bağzı esnafların açgözlülüğü, kendini iktidarın askeri sanması, saldırganlığı, yaşandı, yaşanıyor. Lakin hiç pireye kızılıp, yorgan yakılır mı?

Bakıyorum, seküler gençler dışında, muhafazakâr gençler de Kadıköy’e doluşmakta… Kimi buz gibi bira içiyor, kimi eritilmiş çikolata yiyor. Ancak iki taraf da, birbirine karışmadan, kavga etmeden, ötekileştirmeden duruyor, durabiliyor. Kimse kimseyi sorgulamıyor, yargılamıyor. Dayatmıyor, abartmıyor, kanırtmıyor. Soruyorum gençlere, nereden geliyorsun, biri diyor Üsküdar, diğeri Sultanbeyli, öteki Ümraniye… Diyorum, gençler için o ilçelerde, rahat ve huzur yok mu? Yok, ağabey, yok diyorlar.

Karışan, izleyen, ayıplayan, parmağını sallayan ise çok… Demek ki; Kadıköy, sizler için bir liman, sığınılacak, kaçılacak, saklanacak, soluklanılacak, onaylıyorlar, beş, on da değil ha, örnek hayli fazla. İşte mesele, mevzu, dert belli, tek tipleşme, o kozmopolit Taksim, sıradanlığa, tek renge, tek sese, bile isteye teslim edildi. Kadıköy’ü yaşanır kılan, her rengi ve sesi kucaklaması. Bize düşen de malum; bir iki üç daha fazla Kadıköy!