Hayatta herhangi bir olay ne zannedildiği kadar küçük ne de zannedildiği kadar fakirdir. Her olay, arkasında büyük bir dünya gizler .

Geçtiğimiz eylül ayından itibaren Beyoğlu ve çevresi akıldışı bir planla tehdit edilerek, ceberut dilden nasibini aldı.  İzansız bu hamle, asırlardır Beyoğlu’na sahip çıkan bizlerin uykusunu kaçırdığı gibi tüm kentin kâbusu haline geldi.  Bitmeyen ve giderek büyüyen bir tür karabasan. 

Asırlık ağaçların kesiminden, tek sıra halinde yürüme zorunluluğuna varan bu plan;  sermayenin ve iktidarın dizaynı,  otoriter hayatın örgütlenmesine yönelik korkunç ve geri dönüşsüz bir adımdır. 

Taksimplatformu’nun ortak reddi, umarım körleşmiş kent yönetimlerinin silkelenmesine vasile olur.  İktidar odaklarını vicdanlı, akli çözümler üretmeye götürür.  Aksi durum, toplumsal belleğimizin tecavüze uğraması, yok sayılması, kimliksizleştirilmesi olarak tezahür edebilir.  Beyoğlu üzerinden oynanan oyun, katliama davetiye çıkarmak olduğunu gelecek yazılarda temellendirmeye çalışacağım.

Biz kavramlarımıza dönelim. Sosyal-ekonomik-tarihsel bağlamda kentin, yeniden inşa edildiği günümüzde; Kent nedir? Kentli olmak nedir? Lewis Mumford “Tarih Boyunca Kent” adlı, kült kitabına bu soruyla başlıyor. Karanlıkta olan kentin kökenlerinin, gelecekte nasıl bir hal alacağını araştıran yazar: “İçsel çelişkilerden uzak, insanın gelişimini olumlu yönde etkileyip daha da ileriye taşıyacak yeni türden bir kent kurma imkânı hala mevcut mu?” sorusuna, kentin dört bin yıllık dönüşümünü inceleyerek, açıklık getiriyor. Kenti meydana getiren temel formlar olan surun, evin, sokağın, kent meydanının evriminin izini sürerken, Nekropolis ile ütopya arasında gidip gelen bir serüvenle karşılaşıyoruz.

Nekropolis; bir anlamda, ölülerin kenti, canlılar kentinin öncülü, nerdeyse onun özüdür. Kent hayatı ilk insanın ölülerinin gömülü olduğu alanlarla, tarih boyunca sayısız uygarlığın son nefesini verdiği yer olan nihai mezarlık Nekropolis arasındaki tarihsel alanı baştan sona kat eder. Katman katman yükselen yapılarda, geçmiş ile şimdi arsında yaşanan kent hayatı biçim değiştirir.

Kentlerde yaşayanlar, kendilerinden saklanan sonsuz sayıda hikâyenin pek farkına varmadan, sorgusuz geçip giderler. İletişimsizlik ve tahammülsüzlükle örgülü yeni hayat başlar.

Uygarlık saati keşfeder. Mumford, medeniyetin belirleyici makinesinin buhar makinesi değil, mekanik saat olduğunu belirtir. Böyle bir makineyi “saat”i, geliştirmekle modern insan, zamanı insani olaylardan ayırmış olur. Zaman artık, matematik bakımdan ölçülebilir, art arda gelen anlar dizisinden oluşan bağımsız bir dünyadır. Ölçülen bu aralıklarda bireyin, ne yapması gerektiği, yaşanılan ekonomik sistem tarafından belirlenir.

Oysa kentlerin oluşumunda birçok “zaman”dan, “zaman yırtılması”ndan söz edilir. Biçimin kentte izini bıraktığı zaman, kentin tarihidir; olaylar silsilesi ise kentin belleğini oluşturur. Kentin çehresi çok kısa aralıklarla değişebilir, kentin ve bireyin, belleğinde meydana gelen boşluklardan yeniden üretimlerden yola çıkarak, yeni kent anlamlandırılır. Hızın içinde yuvarlanılan günde burjuvalaşmış birey, yırtık zaman ve bellek gibi gereksiz kavramlarla ilgilenmez.

Mumford, kentin serüvenini temellendirirken, temel saptamasını yapar. Kenti, “bir sanat yapıtı olarak” görme düşüncesini taşır. Bu saptama; modern ile postmodern arası mimaride belirleyici olan, Louis Kahn, Aldo Rossi gibi mimarlar için çıkış noktasını oluşturuyor.