19’uncu yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul, Kahire ve İskenderiye ile birlikte Beyrut, ekonomik ve kültürel modernleşmenin ve kozmopolitan ortamın önemli temsilcisi olarak öne çıkar. Bugün bu kentlerin tamamı bu iddialarını yitirmiş görünüyor. Ne var ki Beyrut, bu başarısızlığın bedelini bir hayli ağır ödüyor.

Birçok bölge ve bölge ötesi ülkenin de çekiştirmesiyle Lübnan, çok sayıda din ve mezhep esaslı topluluğu bir arada tutacak kozmopolitan bir ulus-devletleşme projesini hayata geçiremedi. Başarısızlık, uzun bir döneme yayılan karşı karşıya gelişlere ve iç savaşa evrildiğinde, şiddet ve yıkımın en görünür ve dramatik biçimde kendini gösterdiği yer Beyrut, ama özellikle de tarihi merkez bölgesi oldu.

1975-90 arası süren “iç savaş” kent merkezini tahrip ederek sona erdiğinde, yıkıma uğrayan alanlar büyük ölçekli ve bugüne kadar sarkan bir yenileme ve dönüşüm sürecine girdi. Bir yanda sekter gruplar güçleri oranında merkezde görünürlüklerini sürdürürken, dönüşüm görevi, olağanüstü yetkilerle donatılmış tek bir şirkete verildi. Bu spekülatif büyümede özellikle 2000 sonrasında Körfez sermayesinin taşınmaz sektörüne yatırımlarının önemli rolü oldu. Bugün geldiğimiz noktada uzmanlar, bu dönüşümün savaş döneminden daha büyük tahribat yarattığı konusunda birleşiyorlar.

İşte o merkezden savaş sonrası döneme ilişkin iki örnek günümüz Beyrut’unu anlamak açısından yeterli! Birinci örnek 1992 yılında, savaşta zarar gören Orta Çağ pazar yerinin yıkımı etrafında şekilleniyor. Yıkımda ortaya çıkan bir türbe kalıntısı bölgede etkili Hizbullah tarafından hızla kordon altına alır. Türbe, Şiilere ait tarihi bir caminin bakımını üstlenen görevliye ait olduğunu iddiasıyla kutsal ilan edilir ve kısa sürede binlerce Şii’nin ziyaret yeri haline gelir. Türbeye ilişkin hızla kent efsaneleri ürerken (yıkım için getirilen buldozerin dişlilerinin kırılması vs), bir anda bütün bu resmi ters yüz edecek bir gerçek ortaya çıkar; yapı gerçekten de on yedinci yüzyıl Memluk binasıdır. Ancak yapı sanıldığı gibi bir Şii türbesi değil, Şiilere hiç de sıcak duygular beslemeyen Sünni bir din adamı olan İbn-i Arrak’a adanmış bir tekkedir.

İkinci örneğimiz bundan on yıl sonra yine merkezde yine bir yıkıma ilişkin! Prestijli semtlerden biri olan Badaro’da rezidans inşası için bir yapının yıkılması, büyük gürültü koparır. Tepki, Fransız Mandası dönemine ait 80 yıllık bu bina için koruma kararı bulunmasından çok, yapının dünyaca ünlü yazar Amin Maalouf’un çocukluğunun geçtiği ev olması nedeniyledir. Tepkilere yanıt, önceki koruma kararında da imzası bulunan Kültür Bakanlığı’ndan gelir;

Fransız mandacılığı geçiş dönemine ait olduğundan ve herhangi bir mimari özgünlüğü bulunmadığından, söz konusu yapının yıkımı Kültür Bakanlığı tarafından onaylanmıştır.

Bir yanda kendisine ait olmayanı kendisinin ilan eden sekter siyaset anlayışı, diğer yanda Amin Maalouf gibi dünyaya mal olmuş bir değerin yaşadığı tarihi yapının yıkılmasına rezidanslara yer açmak için yol veren siyasi otorite! Geri planda, devlet eliyle kurulmuş bir dönüşüm makinası ve makinaya para akıtan spekülatif Körfez sermayesi!

Gördük ki bu birliktelik sadece Beyrut’u yıkıp, talan etmekle kalmamış, kamu otoritesinden savaş ne bıraktıysa onun da içini boşaltmış. İşte bütün uyarılara rağmen o boşluğa depolanan 2750 ton amonyum nitrat, Beyrut’u bir kez daha havaya uçurdu!

Buradan, Kanal-İstanbul meşrulaştırma fırsatçılığı bir yana bırakılırsa İstanbul için ne ders çıkar diye cümleyi bağlayacakken, Ayasofya’dan sonra Kariye Müzesi’nin de ibadete açıldığı bilgisi geliyor.

Anlıyoruz ki okul kapalı, dersler tatil…