Almanya’da sol gazete junge Welt tarafından bu yıl 13.sü düzenlenen Rosa Luxemburg Konferansı’nın konusu “Sosyalizm ya da Barbarlık – (Die Linke  Hangi Rolü Oynayabilir” idi. Berlin’de 14 Ocak tarihinde yapılan konferansı junge Welt Genel Yayın Yönetmeni Arnold Schölzel yönetti. Konuşmacılar şunlardı: Die Linke  (Sol Parti) Genel Başkan Yardımcısı Heinz Bierbaum, sol ekolojist yazar Jutta Ditfurth, Alman Komünist Partisi Üyesi yazar Georg Fülberth ve gazeteci – yazar Dietmar Dath.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da birçok kişinin katıldığı konferansın konuşmacıları, ağırlıklı olarak son dönemde ciddi bir kriz içindeki kapitalizmin aşılması noktasında Sol Parti’nin nasıl bir rol oynayabileceğini tartıştı. Konuşmacılar, kapitalizmin krizinin aşılmasından çok kapitalizmin kendisinin aşılmasını gündeme getirdi. Bazı soruların ve verilen cevapların oldukça kısaltılarak yapılan çevirisi aşağıdaki gibi.   

ARNOLD SCHÖLZEL, HEİNZ BIERBAUM’A SORUYOR:
“Bir sosyalist partinin programı ve izlediği strateji arasında hep bir gerilim oluyor. Andreas Wehr, Die Linke’yi bir yazısında “Analizleri antikapitalist, stratejileri reformist” olarak değerlendirdi. Siz bu sözlere “sosyalizm nihai hedefine reformist adımlarla ilerlemek”ten bahsederek cevap verdiniz.  Sol Parti son programında “Die Linke inanmaktadır ki, krizsiz, sosyal, ekolojik ve barışçıl bir kapitalizm yoktur” deniyor. Herşey etraflıca değerlendirildiğinde bu biraz az değil mi? 

Öte yandan ‘krizsiz, ekolojik, sosyal ve barışçıl kapitalizm’ melodisi, 20 yıl önce Avrupa reel sosyalizminin yıkılışından beri daha yüksek sesle çalınır oldu.  Ancak bu melodi son zamanlarda dinleyici kaybetti gibi. Başka bir deyişle, kapitalizmin kendisinin bir felaket olduğuna inanan insanların dünya çapında sayısı bir hayli arttı. Bütün dünyada, örneğin bizde 500 milyar euroyu bulan 2008’deki ilk bankaları kurtarma operasyonlarından bu yana,  gerçek iktidar ilişkileri daha görünür hale geldi.  Geçen Ekim – Kasım ayında Merkel, Sarkozy ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Yunanistan ve İtalya’da parlamenter demokrasiyi gerçek anlamda tasfiye edip yerine kendi hükümetlerini atadı. Mali ve ekonomik kriz her hafta yeni bir boyut kazanıyor ve sonunun nereye varacağını kimse kestiremiyor. Fildişi Sahili ya da Libya gibi yerlerdeki küçük savaşlar ABD’nin açık zarf usulü ihale yönetimine göre yürütülüyor. NATO aracılığıyla yürütülen savaşlarda on binlerce insanın öldüğü sürekli yalanlanıyor. Siyasal ve diğer kanaat önderleri artık hiçbir öneme sahip değil. Her ne kadar açıkça ve net söylenmese de artık dünyada karşılıklı hassas ilişkiler dönemi bitti: Kapitalizm, kriz, sürekli daha büyük grupların yoksullaşması, doğanın tahribatı ve savaş demek. Sonunda bunlar demokrasiyle bağdaşır mı? Die Linke’nin analizlerinin, gerçek bir strateji formüle edebilmek için, daha kesin ve sert olması gerekmiyor mu?

HEINZ BIERBAUM CEVAPLIYOR:
“Programın bazı bölümlerinin derinleştirilmesi gerektiğini kabul ediyorum. Bu programın nasıl uygulanabilir bir stratejiye dönüştürüleceği biraz daha tartışılmalı. Analizlerle ilgili olarak, bunların çok masum olduğu söylenebilir ama orada yazılanların hepsi birlikte değerlendirildiğinde bence hiçte az şey değil. Ayrıca bu programda çok net bir biçimde başka bir toplumun kurulmasının zorunluluğu, demokratik sosyalizm toplumunun kurulacağı belirtiliyor. Bu oldukça açık bir hedeftir.

Bu programın “kapitalizmin krizi- uygarlığın krizi” bölümünde kapitalizmin gelişim evrelerine yer verildi ve içinde bulunduğumuz evrenin analizi yapıldı. İçinde bulunduğumuz finans piyasaları kapitalizmi ve güncel kapitalizmin krizinin yıkıcı etkileri incelendi. Mali piyasaların domine ettiği,  aşırı sermaye birikiminin yapısal kriziyle karşı karşıyız. Bu belki biraz daha öne çıkarılabilir ya da derinleştirilebilirdi.
Bu bölümde, daha önce olduğu gibi, yine emperyalist savaşların olacağı belirtiliyor. Dünyada toplumsal yıkım ve baskı devam ediyor.
Evet, Andreas Wehr’in saptaması asıl sorununun nerde olduğunu gösteriyor:    Analizlerimiz antiemperyalist olsa da, bunları siyasal strateji olarak nasıl uyarlayacağız? Bu soru yalnızca Sol Parti’yi değil bütün sol hareketleri ilgilendiriyor. Evet, egemen siyasetin meşruiyet zemininin sarsıldığı bir siyasi durumdayız. Neo liberal yayın organlarının, Financial Times’ın bile reel kapitalizme sert eleştiriler getirdiği, Michael Hudson gibi liberal ekonomistlerin bile “Bankalar halka savaş açtı” dediği ilginç zamanlardayız. Meşruiyet zemini sallanıyor ama bu zamana kadar görünür bir alternatif de yok ortada. Temel sorunlarımızdan biri bu.

Programda değinilen ama bence geliştirilmesi gereken iki nokta daha var. Birincisi, mülkiyet sorunu. Bu konuyu da derinleşmeliyiz.  Güncel krizin, Euro krizi diye de tanımlanıyor ki krizin ben ne Euro’nun ne de devlet borçlarının krizi değil, aksine doğrudan kapitalist gelişmenin bir sorunu olduğunu biliyorum, iyi tarif edilmesi gerekiyor. Taleplerimizi de takip etmeliyiz. Örneğin mali piyasaların kontrol altına alınması gibi önlemler alınmadı. En azından programda yazdığı gibi büyük bankaların devletleştirilmesi yapılmalıydı. Ama burada asıl önemli olan ise, demokrasi sorunu. Öyle bir durumda yaşıyoruz ki, parlamentoların bir önemi yok. Demokratik ve sendikal kazanımlar bir kalemde yok ediliyor. Demokrasi sorunu ekonomide de ortaya çıkıyor. Hegemoni kurabilecek toplumsal bir alternatif oluşturabilmek bence temel kaldıraç olmalı. 

ARNOLD SCHÖLZEL,  GEORG ­FÜLBERTH’E SORUYOR:
Sen, 2007’den bu yana kapitalizm tarihinin dördüncü sistematik kriziyle karşı karşıya olduğumuzu belirtiyorsun ve krizin sonunda kapitalizmin aşılacağını değil kapitalizmin bizim tanıdığımız bu biçiminin ortadan kalkacağını ve yenisinin geleceğini tahmin ediyorsun. Uygarlığın yıkılışı anlamına gelen ve senin “bir tür modernite” metaforuyla tanımladığın “barbarlık” sorunu öyleyse gelecekte oluşmayacak. Bu Schopenhauer’nın Hegel ve öğrencilerinde gördüğü “deli iyimserliği” değil mi?  Neden emperyalizmden, tekelci kapitalizmden ve belirlediği üretim ilişkilerinden, emperyalist rekabetten, kaynakların paylaşımı savaşından, stratejik pozisyonlardan ve açık savaşlardan, israsyonaliteden,  antidemokratikliklerden bahsetmeyelim? Sen mülkiyet sorununda, kapitalizmin aşılacağına inanmadığın için solculara, kapitalizm içinde bir çözümü mü öneriyorsun?  Biraz daha öfkeli olmak gerekmiyor mu?

GEORG FÜLBERTH CEVAPLIYOR
“Herhalde yanlış anlaşıldım. Ben diyorum ki, kapitalizmin saldırganlık potansiyeli daha önceki toplum modellerinin saldırganlık potansiyellerinden çok daha fazla. Kapitalizmi ilkel topluluklardaki ve modern toplumlardaki barbarlıklar açısından kıyasladığımda kapitalizm içinde olanlar en kötüsü. Bugünkü kapitalizmin yıkıcı potansiyeli, bütün hayatı yok edebilme potansiyeline sahip olması anlamına geliyor. Eski barbarlar hançerleriyle ve baltalarıyla böyle bir şeyi asla beceremezlerdi. Ben tam tersine, kapitalizmin bu halinin bir barbarlık olduğunu söylüyorum. Kapitalizm daha modern, daha yıkıcı ve daha berbat.

Kapitalizm var olduğu müddetçe kendini dönüştürür. Ben tamamen adaletsiz bu tarzda devam etmemesini istiyorum. Ama bu nasıl olacak?
En azından yıllardır borsada kazanalar bundan sonra da kazanmak isteyecekler ve bu da iş piyasasına büyük bir baskı oluşturacak, daha büyük baskı ise, ücretlere ve kamusal sigorta sistemine olacak. Bu borsacıların çıkarlarını savunmak için, zengin ülkelerin orduları, örneğin Alman ordusu, yeraltı zenginlikleri olan ülkeleri işgal edebilecek bir yapıya kavuşturulacak. Bu tür hukuksuz bir biçimde kendi istediğini yapma tarzı bugün gittikçe yaygınlaşıyor.  Kendi istediğini yapma tarzına karşı koymak ülkede zorlaşıyor ve yabancı bir ülkeye girenleri engellemek o ülke insanı için daha da zor.        

Öfkeli olma - olmama meselesine gelince, Rosa Luxemburg’un bir çifte yeteneği vardı: Rosa korkunç öfkeli olabilirdi ama bu öfkenin düşünmesini engellemesine izin vermemeyi de başarırdı.  Analiz yeteneği olmayanlar öfkelenmemeli.

Bir yıl sonra Die Linke’den daha fazla şeyler duymak isterim. Geçen yılı çünkü sadece kendi iç meseleleriyle ve üzerine vazife olmayan işlerle geçirdi. Ayrıca, Sol Parti kendi programını ciddiye alır ve ona uygun işler yaparsa daha da sevinirim. “

 ARNOLD SCHÖLZEL, DİETMAR DATH’A SORUYOR:
”Yazdıklarınızla ve söylediklerinizle çok fazla karamsar görünüyorsunuz. Çağımızı “enformasyon feodalizmi çağı” ya da  “bilgi feodalizmi çağı” olarak nitelendiriyorsunuz: Devlet politikası demek militarist politika ve sivil halk inisiyatiflerinin hiç bir önemi yok. Peki, çıkar grubu ya da kimlik siyaseti yürütmekten evrensel taktik, strateji ve programa nasıl gelebiliriz?” 

DİETMAR DATH CEVAP VERİYOR:
”Barbarlık meselesine bende değinmek istiyorum. Psikolojik olarak değil de Luxemburg’un kastettiği anlamda sosyalizme alternatif olarak,  emek ya da tahakkümün tarihi açısından barbarlığı değerlendirirsek ben hep şöyle açıklamaya çalıştım: Tahakkümün ilk biçimi her zaman doğrudan oluyor. Egemenin yumruğu adeta başının üzerinde duruyor. Orada kamçı var. Ama daha sonraki tahakküm ilişkileri sürekli daha soyut bir hal alıyor, daha dolaylı hale geliyor ve görünmez oluyor.

Her şeyden önce ilk feodalizmde bir toprakta yaşıyorsunuz, işleriniz var ve işlerinizi yapmazsanız sizi kamçılarla döverler ve hatta sokağa atarlar. Dövenler sizden daha yüksek bir pozisyondadır ve cezalandırılmazlar. Canını kurtaran köle, sokağa atılmasını bazen özgürlüğe kavuşması olarak görür. Hatta o dönemde köle ölmesin diye eski efendisi ya da diğerleri köleye yiyecek verir.

Şimdi ise, bu ilişkiler sadece soyut hale geldi. İş anlaşmanız var ve bir gün bu anlaşmanız artık size ihtiyaç olmadığı için feshediliyor. Yine sokaktasınız. Aynı biçimde özgürlüğünüze kavuştuğunuza sevinebilirsiniz. Ama artık kimse sizin karnınızı ölmeyesiniz diye, belki başka bir işte kullanılırsınız diye doyurmaz. Bir köşede açlıktan ölseniz kimsenin umurunda olmaz. Barbarlık dönemi ve çok hayaller kurulan uygarlık arasında köleler açısından fark bu kadar basit.  Bütün bunlar ya daha soyut hale gelecek ya da tekrar başa döneceğiz. Bence “barbarlık”la Rosa Luxemburg bunu kastetmişti. Bence Rosa, gerçekten de başımızın üstünde yine bir şeylerin dolaştığını düşünüyordu.    

Savaş içinde olmayan, ölüler üstüne işeyen askerleri olmayan kapitalizme baktığımda bile günlük hayatı barbarlık olan şöyle bir sistem görülüyor: Aklı başında bir kamusal trafik ve toplu taşıma araçlarıyla düzgün işleyen ulaşım sistemi kurulmadığı için kapitalizm her yıl binlerce çocuğun ölmesine izin verebiliyor. Tabii böyle bir sistem oluşturmak, çocukların telef olmasından daha pahalıya geliyor. Ortak mülkiyet altında, uygun ulaşım araçları ve sistemi olmamasını kimse dert etmez. Çünkü oraya yatırılması gereken para bankaların kurtarılmasına yatırılır, bankalar daha fazla idiot şehir içlerinde bile jeeplerle gezsin diye kredi verir. İşçilerin karın tokluğuna çalıştığı, sağlıksız koşullarda yaşadığı kentlerde artık herkes altında arabayla değil bir tankla gezmek istiyor. Bütün bunlar aslında niye doğrudan barbarlık olmasın ki?   
 
Devlet artık herhangi bir devlet değil, kapitalizmde kapitalizm için devlet. Devlet piyasaları korumak için, kölelik anlaşmalarını ve ticareti korumak için var. Bu anlamda belli miktarda devletçilik de var. Ne zaman bankalar iflas etse, ne zaman banka zor durumda kalsa, bunları kurtarmak için yoksulların kapısı çalınır.  Devletçilik burada hiç tartışılmaz.

Enerjiden bilgiye kadar her şey üretildiği yerde toplumsallaştırılmalı. Bu tür şeylerin yapılacağı yer parlamentolar değildir. Ama parlamentoları tabiî ki, tribün olarak kullanmak da mümkün. Bunu yapmak yerine gerçekten toplumsal barış ve arabulucu gibi kendine misyonlar yükleyerek parlamentoyu kullanmaya kalkmak tarihteki bazı örnekleri akla getiriyor.  Örneğin Bernstein savaş kredisini iyi bir şey olarak değerlendiriyordu, sonra radikallerin bertaraf edilmesi, sonra Komünist Parti ve üyelerine çalışma yasağı, sonra her türlü domuzluk… Bana ‘nasıl bir siyasal strateji’ diye soruluyorsa,  cevap olarak,  bunları dilemediğimi söyleyebilirim.”

ARNOLD SCHÖLZEL, JUTTA ­DİTFURTH’A SORUYOR:
”Almanya son 22 yıldır çok yol kat etti.  Merkel, Sarkozy’yi yalnızca Yunanistan kredi taksitini ödeyemediğinde, bunu bildirmek için arıyor.  ABD, Almanya’nın Euro krizini kendi lehine çevireceğini rapor ediyor.

1990’daki milliyetçi kabarma ve ardından Demokratik Almanya’nın yutulması, Almanya’nın bir dünya lideri rolüne soyunması sonucunu getirdi. Yeşiller de dünyanın yeni gücü Almanya’nın ruhani destekçisi oldu. Devletin o zamandan itibaren desteklediği devlet fiansmanlı Neo Nazi örgütünün neler yaptığı bugün daha iyi anlaşılıyor. 1999’da Yeşiller Sırbistan ve Montenegro karşıtı NATO savaş birliğinin ve savaş kışkırtıcılığının başındaydı. Yani Yeşiller iktidarda devletin tarafında yer aldı.
Sizin dediğiniz gibi, “sokakları terk edip, televizyonun başına geçmek” solun kaderi mi?
 
JUTTA DİTFURTH CEVAP VERİYOR:
”On yıl önce ‘Almanya, Avrupa diktatörlüğünün lideri’ denseydi, ya da ‘lideri olma yolunda, olacak, olabilir, sistem bunu zorluyor’ denseydi bunu diyene gülerdik ama şimdi Almanlar Avrupa’nın çoktan lider ulusu. Ve bu normal bir durum olarak kabul ediliyor. Ben 1990’lı yıllarda bazı Yeşillerin, diğer bazı sol grupların, sosyal demokratların ve hatta Alman Komünist Partisi’nin bazı metinlerinde yapılan aptalca bir tartışmayı hatırlıyorum. O metinlerde sivil toplum üzerine sözler geveleniyordu ve sanki kapitalizmin terbiye edilebileceği yazılıyordu. Bu tür bir rüya aslında bugün Sol Parti programına da sirayet etmiş.  

Evet, sorunuzda bahsettiğiniz “devletin finanse ettiği Nazi ağı” çok güzel bir adlandırma, artık Neonazilerden değil de “devlet finansmanlı Nazi ağı”ndan bahsetmeliyiz.  Devletin desteği ve maddi yardımı olmadan bu faşist ağın kurulması mümkün olmazdı ve şimdi de bu destek sürdüğü için bu ağın çözülmesi mümkün olmuyor. Faşist NPD’nin yasaklanması bile yapılamıyor. Zaten bu yapılsa bile,  bu bir yatıştırma taktiği olurdu, çünkü kurumların bazı bölümlerindeki faşist yapılanma olduğu gibi duruyor ve her şeyden önemlisi toplumda ırkçılık ve antisemitizmin her türlüsü var. Bu yasaklanmayla ortadan kalkmaz ki.  Faşizm ve ırkçılık sadece çirkin yüzüyle görülmüyor ki, bazen çok ılımlı ve çok kibar yüzüyle de en kibar mekânlarda karşımıza çıkabiliyor. Bunları nasıl yasaklarsınız ki?       

Kendi reformizmimi yenmede, umarım başarılı olmuşumdur,  oynadığım role dönmek istiyorum. Her zaman harika klasiklere dönmenin ve onlara referans vermenin en güzel yol olduğunu düşünüyorum.  Marx başta geliyor ve elbette başkaları da önemli, örneğin Luxemburg,  Krahl, Marcuse ve başkaları. Bunlara dönünce ‘ne nereden geliyor ve ben neden böyle düşünüyorum’ anlıyorum.  

Bir savaş içindeyiz, bu çok önce ilan edildi, bunu sürekli hatırlatmanın bir anlamı yok. Savaşı milyonerler ilan etti ve sonunda savaşı kazanacaklarını da söylüyorlar.  Beni asıl sinirlendiren şu: Sol Parti programında partinin sol kanadını yatıştırmak için birkaç bon bon var ama programın ana hattını kapitalizmin reforme edilebileceği oluşturuyor.  Ondan sonra  “ben savaş istemiyorum” diyenleri sürekli alkışlayıp sürekli seviniyoruz…
 
Kapitalizm insanlığı öldüren ve doğayı tahrip eden bir durum, ama normal bir durum olarak değerlendiriliyor, bizim asıl sorunumuz bu. Kapitalizm günlük terör, günlük savaş.
 
Avrupa sosyalistleri Berlin’de
Berlin’de her yıl ocak ayının ikinci pazarında, 15 Ocak 1919’da katledilen Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht geniş sol çevrelerce mezarı başında da anılır. Sol Parti’nin (Die Linke) verdiği rakamlara göre bu yıl da “çoğu genç” on bin kişi Rosa ve Karl’ın mezarına kırmızı karanfil bıraktı. Sessiz anmaya katılanlar arasında Die Linke ileri gelenleri Gesine Lötzsch,  Klaus Ernst,   Gregor Gysi ve Oskar Lafontaine ile Demokratik Almanya Cumhuriyeti Eski Başbakanı Hans Modrow da vardı. Aynı kalabalık Berlin’de Liebknecht-Luxemburg yürüyüşü de yapıyor. Yürüyüşe katılanların bir kısmı Liebknecht ve Luxemburg’un yanında 21 Ocak 1924’te ölen Lenin’i de katıyor. 
Almanya’da 1919 yılı Ocak ayında “Spartaküs Ayaklanması” gerekçesiyle gözaltına alınan 165 kişiden 32’si katledildi. Liebknecht ve Luxemburg da bunların içindeydi. Rosa’nın cesedi bulunamamış, Rosa adına boş bir tabut mezara konurken Karl Liebknecht’in cesedi 25 Ocak’ta Berlin-Friedrichsfelde mezarlığına gömülmüştü. Rosa 1 Haziran’da Berlin’de bir kanalda ölü bulunarak mezarlığa getirildi.
1933 yılında iktidarı ele geçiren faşistler mezarlığı tahrip etti. Almanya’nın bölünmesi sırasında mezarlığın Demokratik Almanya’da kalması üzerine, 1949 yılında mezarlar “anıt mezar” haline getirildi. Spartaküs ayaklanmasını ve Ocak ayında ölenleri anmak için Sovyetler Birliği ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde her yıl Ocak ayının ikinci pazarında anma töreni düzenledi. Sovyetler Birliği ve Demokratik Almanya’da başlayan etkinlikler, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra sol çevrelerce Berlin’de sürdürülüyor. Batı Almanya’da ilk Liebknecht-Luxemburg etkinliği 1990 yılında yapılmıştı.  Yaklaşık 20 yılda Liebknecht-Luxemburg anma etkinlikleri on bin kişinin katıldığı Avrupa solunun en heterojen ve kitlesel etkinliği haline geldi.  Türkiyeli sosyalistler de etkinliğe katılıyor.
 
NE OLMUŞTU?
Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’da monarşi yıkıldı ve 1918 yılı Kasım başından itibaren Almanya’nın çeşitli kentlerinde iktidar boşluğu yaşanmaya başladı.  Hem Kuzey’de hem Güney’de otonom yönetimler kurulmaya başlandı. 8 Kasım’da Bavyera eyaletinde bir sosyalist cumhuriyet ilan edildi.  Tarihe Kasım Dverimi diye geçen dönem başladı. Berlin’de de Spartaküsler ayaklanmıştı. Bütün bu ayaklanmalarda aslında sosyal demokratlar da vardı. Her yerde “Halk Temsilcileri Konseyi” ve İşçi - Asker Konseyleri kuruluyordu.
Liebknecht ve Luxemburg, bütün Almanya’nın “konseyler cumhuriyetine” dönüşmesini savunuyordu. Ancak sosyal demokrat Friedrich Ebert başbakanlığında merkezi hükümet iktidarı kaybetmek istemiyor, konseyler cumhuriyetinin kurulmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Friedrich Ebert, konseyler cumhuriyetinin önüne geçmek için Berlin’deki ayaklanmayı bastırması için faşist çapulcu sürüsü olan Freikorpslarla anlaştı. Ebert, askerlerin de komünizme bulaşmış olacağını düşündüğü için onlara güvenmiyordu. Ebert’in Savunma Bakanı Gustav Noske,  sosyalizm düşmanı Freikorpsların başkanı Waldamer Pabst ile anlaştı.
Freikorpslar, bugünkü Almanya Komünist Partisinin öncülü olan Marksist Spartaküstler Birliği   tarafından düzenlenen ayaklanmayı bastırdı,   15 Ocak 1919’da hareketin önderleri Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürdü Ayrıca aynı birlikler   Bavyera Sosyalist Cumhuriyetine de son verdi. Birçok sosyal demokrat işçi öldürüldü. Waldamer Pabst hiç yargılanmadı. Faşist Almanya döneminde önemli görevlere getirildi. Anılarında Ebert’ten siyasi destek, zenginlerden maddi destek aldığını yazdı.