Recep beyin ilginç bir kişilik olduğu bir gerçek, kendine has öfke nöbetleriyle her gün karşımızda.

Recep beyin ilginç bir kişilik olduğu bir gerçek, kendine has öfke nöbetleriyle her gün karşımızda. En son referandum nedeniyle hayatımızı işgal etmişti. Benim gibi hiç televizyon seyretmeyenler için bile kaçış yoktu. Sokağa çıktığınızda, adım başı her yeri tutmuş adamları birbirinden ucuz konuşmaları dijital olarak yayınladıkları için kaçış yoktu, beni şaşırtan bir insanın nasıl bu kadar ucuz konuştuğuydu. Daha da önemlisi, kendisinin nasıl 12 Eylül muhalifi olduğunu anlamadım, oysaki anlaşılmaz bir şey yoktu.
Cemal Dindar’ın “Biat ve Öfke Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi” adlı kitabını okuduğumda, biraz şaşırdım.
Nedeni şu; aslında her önemli sanatçı için yapılabilir olan, aynı zamanda siyaset insanları için de yapılabilir, hele günümüzdeki gibi “lider olmanın liderlikten daha çok popülerlik anlamına” geldiği ülkemizde. Eldeki verilerden, hakkındaki yayınlardan, kendi tepkilerinden yola çıkılarak düpedüz sedire yatmadan bir insanın bütün psikolojik haritası çıkarılabilir. Gerçekten çok ilginç.
Psikodinamik süreçlerle ilgilenen insan gerçekten “insan olmanın halleri” hakkında çok ilginç şeyler öğreniyor, örneğin insan hayatının 7 yaşına kadar geçirdiklerinin hayatı boyunca silinemeyecek izler bıraktığı ve daha sonraki yıllarda belirli çevrimler halinde bu yılların hayatın içinde tezahür ettiğini. Gelin görün ki Recep Beyin atadan kalma özelliklerinin yanı sıra, söz konusu ilk yedi yıllık hayatı da pek hasarlı geçmiş. Örneğin, babanın insan hayatında otoritenin gerçek bir temsilcisi olduğu, daha da önemlisi insan için asıl iç çatışmaların kaynağı olan üstbenin ya da süper egonun oluşmasında ne kadar kritik bir rol oynadığını da biliyoruz. Dolayısıyla baba bir insanda çatışmasız olarak yaşayabileceği bir figür değil. Bunun da ötesinde, babaya, aynı anlama gelmek üzere otoriteye isyan, büyük oranda bir yenilgiyle sonuçlanıyor. İlginçtir, sanat tarihinde ergenlikten yirmili yaşlarına kadar Goethe kendi babasına karşı çok tepki duyar, eleştirirmiş. Ama ellisinden sonra, kendi entelektüel yaşamı büyük başarıları ona sunduktan sonra bile, gittikçe babasına benzediğini, hatta daha da ilerisinde, gittikçe çok tepki duyduğu babasına dönüştüğünü elinde olmadan fark ettiğinde pek şaşırmış. Buradan yola çıkarak, Tayyip’in öfke nöbetleri, otorite tutkusu, ayak baş üzerine muhteşem denecek kadar tıbbi bir vakaya dönüşebilecek çıkışlarını hatırladığımızda iki önemli veriyle karşılaşıyoruz: birincisi kendi babası, ikincisi ise dedeleriyle olan ilişkisinde, bir ailenin köklü travması olarak baba katli vakasının görülmesini. İlginçtir edebiyat tarihinde baba katli insanlık tarihinin en önemli eserlerine kaynaklık etmiştir. Yahudilerde baba otoritesi en önemli verilerden birisidir. Daha da önemlisi Elias Canetti’nin anlattığına göre, Yahudilerde en yıkıcı şey babanın oğlu lanetlemesiymiş, kendi geçmişinde de Canetti’nin babasını dedesi lanetlediği için kaybettiği inancı Canetti’nin yetmişinden sonra bile hâlâ inandığı bir düşünceydi. Freud’un ödibal karmaşa üzerine kendi hipotezleştirme çabası da hatırlanabilir. Geçmişte sürgüne gönderilen oğulların ittifakı ile babanın katledilmesi vakası. Yine aynı şekilde Lacan’a göre de ödibal karmaşa bir tür insanın “kültürle, uygarlıkla tanışmasının ya da uzlaşmasının” ilk köklü adımı oluyor. Bu anlamda Tayyip Bey’in öfke patlamaları, inanılmaz çıkışları, otorite karşısında biatinin aşırı boyutlara ulaşması, derin kişisel köklerinden geliyor. Aynı şekilde, bir parçası olduğu Milli Görüş hareketinin yüzyıllardır otoriteyi, başı, şeyhi yücelten tavrı nedeniyle, süreç –benim kişisel görüşüm- patolojik boyutlara ulaştığı için, “başka ne beklenebilir ki” şeklinde oluyor.
Babaya karşı gelmek çatışmalı bir süreç, ama babayla çatışırken, kendini bulma çabaları, aşırı otoriter bir geçmiş içinden gelindiğinde aynı şekilde, kendini baba hissettiğinde, aşırı derecede kendisine itaat isteyen bir insanı da karşımıza çıkarır. Erbakan ile Tayyip’in ilişkileri neredeyse textbooklar için bile ideal bir örnekçe oluşturuyor.
Bazıları diyor ki Recep Bey halka damardan girerek seslendiği için çok etkili oluyor. Bu lafı çok duyuyorum, değişik ağızlardan. Kendi kanaatimi dillendirmeden edemeyeceğim: Recep Beyin Deniz Baykal için bir polemiğinde söylediği bir şey vardı, “onun yaptıklarını izafiyet teorisi bile mazur gösteremez” şeklinde, sanıyorum yurtdışından gelir gelmez çıkışlarından birisiydi. Çok net olarak şunu düşündüm: bir başbakan düşünün, üniversite mezunu olsun, yirminci yüzyıl matematiği ve elbette ki fiziğinin ana gövdesi olan izafiyet teorisi ya da görelilik kuramı hakkında, bir dizi tutarsızlığı garip ilişkiler kurarak birbiriyle bağdaştıran bir şey olarak düşünsün. Özür dilerim, ama ben bunu düşününce, “cahillikten kimseye yarar gelmez” diye bizim sakallının sözünü hatırladım, elbette ki belki de yüzüncü kez. Yani diyeceğim o ki damardan söylenilen bir söz yok ortada, aksine cahillikten ve buram buram kabalık kokan bir söylemden çıkan sözler var. Öyle ki benim gibi bilime ve insanlık tarihine düşkün bir insan için, hele ki Türkiye tarihini bilimsel olarak okumaya özel bir önem vermiş bir insan olarak, söylenilen sözlerin pek çoğu için şu düsturu hiç unutmuyorum:
1.    Amerika’ya Avrupa’dan giden sinemacıların ilk tepkisi şudur, Amerikan kültürü büyük bir yüzeysellik taşır.
2.    Amerikan insanı bir tür tarihsiz toplum gibidir. İki bakımdan, hem kendi tarihlerini bilmezler, hem de dünyanın diğer toplumlarının ve insanlığın tarihi hakkında inanılmaz derecede ilgisizdirler, ama en korkuncu da bütün bunlara ilgi duyduklarında egzotik bir şeye yaklaşırmış gibi bir hal takınırlar.
3.    Üçüncüsü Amerikan insanının gündelik yaşamının bütün anlarını dolduran bir etkinlik ve eylem planı vardır. Her şey için bir gruplaşmaları vardır. Öyle ki Amerikan toplumunun en ayrıksı yönlerinden birisi, her türlü batıl inançları için bir dernekleri, bir tarikatları… vardır. Bu yaşamın içinde, felsefe barınmaz, tartışmalar çok derin bir yüzeysellik ile, ama bir o kadar daha önemli küçük burjuva karakteriyle yaşanır, insanların tartışması bilip bilmeden büyük atmalarla hakikaten cahiliye devrinin tartışmaları şeklinde yaşanır.
4.    En yıkıcısı ise Amerikan insanı için “kendi büyüklükleri, kendi haklılıkları, kendi o anki halleri mutlaktır”, yani bir başka evre, bir başka nesnellik, bir başka ahlak, bir başka evrensel ilke modeli yoktur. Kültürün bütününe mutlak pragmatizm damgasını vurmuştur. Toplum bu durumda hiçbir zaman derin tartışmalara girmez, en büyük skandallar bile toplumu bunların kökenleri, sistemin yapısal zaafları tartışmasına götürmez, kendilerinden o kadar emindirler ki… aslında bunu tersinden de okuyabilirsiniz, kendilerini sorgulayacak muhakeme yetenekleri hiçbir zaman oluşmamış, öz bilinç ve öz eleştirel yetileri hiçbir zaman gelişmemiş denilmesi gerekir.
Sonuç olarak Türkiye toplumu 12 Eylül darbesinin doğrudan bir sonucu olarak bir yandan Küçük Amerika olma hayalleri kurarken, öte yandan büyük cahilleşme dönemi yaşadığı için, izafiyet teorisi ile tutarsızlık eşanlamlı hale gelebiliyor. Türkiye’de şunu hiç unutmayalım 12 Eylül otoriteyi mutlaklaştırmak, iktidara biati derinleştirmek, kısaca halka sıradan bir nefer olduğunu, otoritenin yalnızca bir aracı olduğunu hatırlatmak için yapıldı. Kadimi mutlak düzenin merkezinde yüceltilmiş ve erişilmez bir devlet imgesi yaratmak için. Dolayısıyla, biati mükemmelleştirmiş, her otoriteye karşı çıkışa öfkesi sonsuz, kimliği tartışmalı ve tutarsız, Psikobiyografisi travmalarla dolu, liberallikle aşırı otoriter tavrı birleştirmiş, sürekli kendine baba modelleri arayan, hiçbir zaman özgürlüğü istemeyen, kendi benliğini bulması imkânsız insan modelinin karizmatik liderinin evreleri için Cemal Dindar’ın bir hekim gözüyle yazdığı psikobiyografiyi okumanızı tavsiye ederim. Aynı zamanda bir yakın tarih incelemesi ve zamanımızın ruhu üzerine düşünmek için.