Objektif koşullar, bugüne dek başarılmış olandan çok daha geniş birliktelikler için hiç olmadığı denli uygun. Adeta süreç tüm ezilenleri mücadele birliğine çağırıyor. Parçalılık nasıl ki her ezilen kesimi zayıf, dolayısıyla da sorunlarını çözme konusunda yetersiz kılıyorsa; bütünleşmek, güç ve imkân ortaklaşmasına gitmek, her şeyi tek elde toplayıp güç konsolidasyonuna giden Saray iktidarını zayıf ve hatta çaresiz kılacaktır

“Bıçak kemikte” de olsa umut bitmez

Mehmet Yeşiltepe - Yazar

Yöntemsel sorun
BirGün Pazar, “Şimdi ne yapmalı?” tartışması başlattı. 24 Haziran sonrasında muhalif kesimlerin hak etmedikleri bir moralsizlik iklimi içine çekilmesinde yapılan yanlış tartışmaların önemli bir rolü oldu. Gerek bu tartışmaların doğru eksenlere çekilmesi açısından yapabileceği katkı gerekse de birleşik mücadele zemininde umut verici buluşmalar/ortaklaşmalar sağlayabilmek açısından BirGün’ün başlattığı bu tartışmayı önemsiyorum.

Solun yapması gereken elbette “karşı tarafa onun diliyle seslenmek” değil. Ancak bu sorunları ele alırken çoğu kez görüldüğü/yaşandığı gibi disiplinli, planlı, yöntemli bir tartışma yapamıyor, kolektif bir üretim gerçekleştiremiyoruz. Hatta üretip geliştiren değil, yıpratıp tüketen veya konuyu dağıtan tartışma zeminlerinin daha yaygın olduğunu söylemek mümkün. Örneğin “Hayır” çalışmasından ve bu konudaki bunca açıklamadan/değerlendirmeden sonra hâlâ 24 Haziran’da da oluşan bu tür fiili ittifakları, “filanca partiyle bu işlerin olmayacağını gördük” noktasından değerlendirmek, soldaki yöntemsel sorunun derinliğine dair bir örnek kesittir. Bugüne kadarki pratik gösteriyor ki sol; parçayı bütünle, özgün olanı genel olanla, dünü bugünle, taktiksel olanı stratejik olanla ilişkilendiren yol gösterici, örgütlü bir iradeye sahip olmama eksikliğini yaşıyor, bedellerini ödüyor.

Daha önce de çeşitli bağlamlarda ve zeminlerde belirttiğimiz gibi sınıfsal perspektif, programatik duruş, neden-sonuç ilişkisi yitirildiği oranda yanlış tartışıyor, dolayısıyla da birbirini tamamlaması gereken olguları karşı karşıya getiriyor, kolektif bir sonuç, bir toplam oluşturamıyoruz.

24 Haziran sonrasında geçiş yapılan rejimin adlandırılmasından çözümün nerede ve nasıl aranması gerektiğine kadar pek çok konu karşıtlık oluşturarak tartışılıyor. Örneğin 24 Haziran bütünüyle bir yenilgi midir; verilen mücadelenin başarılı, umut vaat eden, potansiyel de olsa pozitif nitelik taşıyan boyutları yok mudur? Veya “hattı müdafaa-sathı müdafaa” tartışmasını Nutuk’taki özgünlüğü bilerek bugünün mücadele diyalektiği içinde güncellemek varken, bu kavramlar üzerinden farklılık oluşturmak ne denli doğru ve mücadele açısından işlevseldir?

Aslında söz konusu adlandırma, bir kavram tartışması sınırlılığında tutulmadığı takdirde işlevsel bir içerikte sürdürülebilir. Eğer siyasal tekleşmeyi anlatmak gerekiyorsa örneğin monokrasi, tek adam yönetimi vb. adlandırmalar uygun düşer; hakların gaspı, şiddet vb. için açık faşizm, sürekli OHAL vb. tanımlamalar da yanlış değildir. Tekelci sermaye ve emperyalizmle ilişkiye vurgu yapmak açısından darbe tanımı (darbeler sermayenin ve emperyalizmin işidir) yapmak da mümkün.

Bu, basitçe bir adlandırma sorunu değil ama “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” tanımından hareketle söylersek, ortada cumhurbaşkanlığı da hükümet de yok. Patronların bizzat kendisinin yönettiği, devletin görece özerkliğinin ortadan kalktığı, sermaye ile siyaset arasındaki biçimsel mesafenin dahi kapandığı bir tarzdır söz konusu olan. Şimdi, iktidarın, devletin ve faşizmin sınıfsal tahliline hiç olmadığı denli ihtiyaç vardır.

Aslında bu, başlı başına bir yazı konusudur. Egemen sınıflar, faşizm bağlamında Hitler’i, padişahlık bağlamında Abdülhamit’i tekrar etmiyor. Taklit değil güncelleyip daha da derinlikli/etkili kılmaktır söz konusu. Bu nedenle mücadele, kavram tartışmasına sıkışmadan sürecin bütünü içinde tehdidin boyutunu/niteliğini görebilmeyi gerektiriyor.

Amacım “rejimin niteliğine yapılan tüm tanımlamalar doğrudur”, “hepiniz haklısınız” demek değildir tabii ki. Sürecin özgünlüğü kavranamadığında, ittifakların bu türden tarihsel anlarda neden genişlediği anlaşılamıyor. Bu nedenle 12 Mart, 12 Eylül gibi darbe süreçlerinden kesit alıp sınıf ilişki ve çelişmeleri açısından incelemek ve oradan izdüşümler yapmak olup biteni anlamayı kolaylaştırıyor.

Zor sorunların kolay çözümü yoktur
Elbette hep beraber tartışacak, hepimiz görüş bildireceğiz; siyaset, eğitilmiş bir avuç elitin değil halkın meselesidir. Ne var ki bu, sınıflar mücadelesinin zorlu meselelerini hafife almayı, günlük akılla düşünüp uzun erimli stratejik sorunlara çözüm üretebileceğimizi sanmayı beraberinde getirmemelidir.

KHK’ler eşliğinde hızla ve tepeden tırnağa yapılan değişikliklerin boyutu sanıldığından da büyüktür. Tam da bu bağlamda sorunların çözümleri, sorunun büyüklüğüne denk ciddi bir duruş, bakış ve eylem gerektirir. Tek tek bireylerin de tek tek örgütlerin de altından kalkamayacağı boyuttaki bugünkü sorunlar karşısında arayış dahil hemen her konuda kolektif duruşu/ruhu bozacak bireyci veya dar grupçu eğilimlerde ısrarcı olmak, sürecin gerektirdiği sorumluluğun ve ciddiyetin kavranamadığı anlamına gelecektir.

bicak-kemikte-de-olsa-umut-bitmez-495748-1.
Sonuç olarak, 16 Nisan’da “Hayır” çalışmasında veya 24 Haziran’da “Tamam” çalışmasında oluşan fiili ittifak, referandum koşullarına özgü bir durumdur, dolayısıyla da genelleştirilemez. Bu süreç geride kalmıştır. Bugün sınıflar mücadelesinin temel önemdeki dönemsel gerekleri üzerinden atlayıp “yerel seçimlerde kimlerle ne yapacağız, adaylar ne olacak” biçimindeki mücadeleyi ve duruşu sığlaştıran tartışmalara girmek, iktidarın/Saray’ın işini kolaylaştırır.

Bilinmek durumundadır ki koşullar doğru değerlendirilmeden, sınıf ilişki ve çelişkileri döneme özgü olarak yorumlanmadan mücadelenin hangi eksenlerde, kimlerle, kimlere karşı, nerede ve nasıl yürütüleceği doğru/yeterli biçimde saptanamaz. Bu bağlamda değerlendirmeler, duygusal ve psikolojik değil politik olmak durumundadır.

Rejimin niteliğinde gerçekleşen değişim, kadrosal bir düzenleme olmaktan çok daha ötedir. Güçlenip tekleşen iradenin sermaye adına hareket edeceği, bu sivrilmenin patronların işini kolaylaştıracağı görülmeden yapılacak değerlendirmelerin, sorunun özüne inip temel güçlerle kalıcı çözümlerin nasıl üretileceğine yoğunlaşmak yerine, ikincil güçler ve yansıma sorunlarla yetinmeyi beraberinde getirme riski vardır.

NATO’nun temmuz ayında Brüksel’de yapılan zirvesinde Türkiye’ye destek açıklamasının yapılması ile Türkiye’ye Ortadoğu’da biçilen rol nasıl ilişkili ise Türkiye’de ekonominin giderek askerileştirilmesi de bununla ilintilidir. Benzer şekilde 24 Haziran’da sandıktan çıkan sonuç, sermaye tarafından dünya ölçeğinde giderek yaygınlaştırılan siyasetin tekelleştirilmesi eğilimi ile de doğrudan ilintilidir.

Bugün artık sermaye adına yaşanan sınıfsal saflaşma, emek adına bir saflaşmayı, sınıfsal bir duruşu olmazsa olmaz önemde öne çıkarıyor. Bu koşullarda sermayeyle, iktidarla, emperyalizmle ilişki içinde, uzlaşma ekseninde çözüm aramak (hangi taktiksel gerekçelerle olursa olsun) çok daha anlamsız hale geliyor.

“Sol nasıl toplumsal bir güç haline gelebilir?”
Israrla belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki bugün solun gelişiminin ve değişim yönündeki toplumsal iradenin büyütülmesinin önündeki en büyük handikaplardan biri, toplumsal dinamiklerin parçalı ve büyük oranda sınıfsallıktan uzak bir duruş içinde olmasıdır.

Kürtlerden Alevilere, işçilerden işsizlere, kadınlardan tek tek bireylere kadar hemen herkesin sorunlarının en dar bağlamlarına kadar geriletilip, başka bir şey yapamaz duruma düşürülmesi, orada hapsedilip etkisiz hale getirilmesi, iktidarın muhalif kesimleri parçalama ve teslim alma yöntemidir.

Emperyalizm koşullarında yeni sömürge bir ülkede, genelde demokrasi sorununun özelde faşizme karşı mücadelenin bir devrim sorunu olduğu gerçekliğinden hareketle, Kürt sorununun yalnızca Kürtler, Alevi sorununun yalnızca Aleviler, kadın sorununun yalnızca kadınlar tarafından çözülemeyeceği bilinmek durumundadır. Kimlik sorunundan sınıf sorununa kadar mücadelenin birleşik zeminde taktiksel ve stratejik bir bütünlüğü gerektirdiği dikkate alınmadığı sürece, bugün sözü edilen tıkanmanın aşılması mümkün değildir.
Daha da önemlisi bu yazı dizisine konu olan değerlendirmeler dahil genellikle “Ne yapmalı?” sorusuna gelindiğinde mesele “genel geçer” sözlerle, ayrıntılı ve pratik bir öneri getirilmeden bağlanıyor. Örneğin bugün “Gezi kitlesine gideceğiz, Haziran direnişinde dışa vuran potansiyeli örgütleyeceğiz” demek, söz konusu soruya yanıt teşkil etmiyor. Evet böyle bir potansiyel var. Bunu Gezi’den Hayır’a, Hayır’dan Tamam’a uzanan bir süreklilikte gördük. Ancak söz konusu kitle, tüm önemine rağmen “onlara ulaşacağız” denilmesiyle ulaşılacak, “onları örgütleyeceğiz” denilmesiyle örgütlenecek bir kitle, bir toplam değildir.

Bir başka bağlamda söylersek, bugünün moralsizlik/motivasyonsuzluk sorunu “derin nefes al, bir şarkı söyle, bir şiir oku” denilerek aşılacak türden değildir. Çünkü yaşanan moralsizlik, kolay aşılabilir, sınırlı ve basit nedenlere dayanmıyor. Nedeninin tanımlanıp çözüm aranması gereken bir moral yitimidir söz konusu olan.

Umut da umutsuzluk da hafife alınmamalıdır
Kurtuluşun bir çırpıda gerçekleşecekmiş gibi hafife alındığı koşullarda, umuttan umutsuzluğa geçiş de birdenbire olur. Gerçekte mücadele devam ettiği sürece, “bıçak kemikte” de olsa umut bitmez. Örneğin 24 Haziran’da başkanlık sistemine geçişi durdurma mücadelesi önemliydi, bu süreç kendine has ittifakları gündeme getirdi. O fotoğrafa bakıp sanki Saadet Partisi, İyi Parti vb. ile programatik bir bütünlük içinde hareket edilmiş gibi davranmak, eleştiriyi bunun üzerine kurmak, nesnelliği anlamaya izin vermeyen bir çeşit ezberden ibarettir. Bu ezber “Hayır” çalışmasına da aynı eleştirilerle yaklaşmayı dolayısıyla da olup bitenin konjonktürel gereklerini anlamamayı beraberinde getirir.

Gerçekte Haziran’ın 24’ünde Erdoğan kaybetmiş olsa dahi devamında değişen nesnelliğe göre farklı ittifaklar gündeme gelecek, “Hayır” sonrasında olduğu gibi “Tamam” sonrasında da sürecin yeni gerekleri bağlamında bir mücadele hattı izlemek gerekecekti.

Önümüzdeki dönemde, orta sınıflarda ve küçük mülk sahiplerinde yaşanacak olan tasfiye ve mülk yitiminin söz konusu kesimleri hızla radikalleştireceğini söylemek mümkün. Solun, bu değişimi bugünden öngören ve programına alan bir hazırlık içinde olması, daha somut hedefler etrafında daha gerçekçi bir mücadele hattı izleme şansını artıracaktır.

Umudun ve umutsuzluğun çokça tartışıldığı bu tarihsel kesitte, hayali veya sahte zeminlerden çözüm ummak, gelmeyecek kurtarıcıyı beklemek yerine, ezilenin (sorunu yaşayanın) bizzat kendisinin kurtuluş için özne olup rol alması, en gerçekçi çözüm olarak durmaktadır. Böyle bir tarzı savunan Haziran Hareketi, sermaye düzeniyle ve iktidarıyla sorun yaşayan halk kesimlerinin sorunları üzerinden politik yaşama katılımını öngören bir hareket olmasına rağmen bugün fiilen bu ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Bu gerçeklik, Haziran Hareketi’ni reddetmeyi, haksız ve yıkıcı eleştiriler yapıp yok saymayı vb. değil, bugüne kadarki pratiğin öğrettiklerinden hareketle, birleşik mücadele zemininde daha gerçekçi, kapsayıcı ortaklaşmalar içine girmeyi ve uygulanabilir adımlar atmayı gerektiriyor.

Objektif koşullar, bugüne dek başarılmış olandan çok daha geniş birliktelikler için hiç olmadığı denli uygun. Adeta süreç tüm ezilenleri mücadele birliğine çağırıyor. Parçalılık nasıl ki her ezilen kesimi zayıf, dolayısıyla da sorunlarını çözme konusunda yetersiz kılıyorsa; bütünleşmek, güç ve imkân ortaklaşmasına gitmek, her şeyi tek elde toplayıp güç konsolidasyonuna giden Saray iktidarını zayıf ve hatta çaresiz kılacaktır. Sistemin soyan, yıkan ve yalnızlaştıran saldırısı bir avuç egemen dışında herkesin sorunudur. Bu gerçeklik görünür kılınıp muhalif zeminin en geniş bağlamda ortak hareketi sağlanabilirse görülecektir ki 24 Haziran’daki soruna rağmen biz hâlâ daha güçlüyüz ve çözüme sanıldığından da yakınız. Birlikteliğin şekli, niteliği, işleyiş yasaları ve bu konuda ihtiyaç duyulan yaratıcılık başlı başına bir tartışma konusudur. Bu yazının kapsamını aşar. Önemli olan buna inanmak ve gerektiğinde “bana rağmen ortaklık” diyebilmektir. Belki bu, kimi keyfi tutumları sınırlayacaktır ama halkların geleceği keyfiyetten çok daha önemlidir.

Sonuç olarak, 16 Nisan’da “Hayır” çalışmasında veya 24 Haziran’da “Tamam” çalışmasında oluşan fiili ittifak, referandum koşullarına özgü bir durumdur, dolayısıyla da genelleştirilemez. Bu süreç geride kalmıştır. Bugün sınıflar mücadelesinin temel önemdeki dönemsel gerekleri üzerinden atlayıp “yerel seçimlerde kimlerle ne yapacağız, adaylar ne olacak” biçimindeki mücadeleyi ve duruşu sığlaştıran tartışmalara girmek, iktidarın/Saray’ın işini kolaylaştırır. Zor gibi görünse de ve iki seçim arasında bir şey yapmayıp bekleyenlere uygun düşmese de bugün odağına yerel seçimleri değil baş çelişmenin gereklerini koyan sınıfsal bir duruşa, bu istikamette bir pusulaya ihtiyaç vardır. Bunun için kolektif arayış ve yapıcı tartışmalar sürdürülmelidir.