Görme edimi, gelişen ve bizi yönlendiren bir şey, herhalde bunu tartışacak da değiliz! Hah! İçinde yer alınan toplumun değerlerine, alınan eğitime, hayata bakış açısına, düşünce ve inançlara göre de ‘biçim’ kazanıyor

Biçimini geç, görmenin iflasıdır bu…

ALPER TURGUT

“Görme, konuşmadan önce gelmiştir” der John Berger, haliyle yazmak, daha da sonra… Yani bir bebek, önce görerek tanıdı dünyayı, aynı zamanda işitti, kokladı, dokundu, hissetti. Yabancı bir yerde, bilinmezlik içinde, anlamaya, anlamlandırmaya çabaladı. Aklı erdiğince, kendince, sezgilerince… Eh be gardaşım, üstüne basa basa görmek diyoruz, öylesine bakma, bilerek gör (baktığımız şeyi görürüz der Berger oysa), sonra istediğin kadar, gördüğünü şeyi anlat, yaz, paylaş. Peki, siz ne yaptınız, adlarını anmaya bile değmeyecek bağzı kişiler? Kabataş’ta görmediğiniz şeyi, -zaten yaşanmamış şeyi görmek de mümkün değilken-, resmen insanlara kakalamaya çabaladınız, üstüne katarak, abartarak, sonucunu hesaplamadan, hiç utanmadan ve duraksamadan… Geçtiğimiz günlerde 90 yaşında yitirdiğimiz John Berger Abimiz, artık yeni kitap da yazamaz, harbiden ne yapalım, pek meşhur ‘Görme Biçimleri’ni, bu bizi aşar arkadaş diyerek çöpe mi atalım?

Manipülasyon, elbette çağımızın en büyük gerçeği… Hile, güdümleme, kıvamına getirme, reklamdan, ekonomiye, kullanılmadığı yer yok. Oturmamışsa bilincin, ayıklarsın taşını pirincin… Algılarla oynamak, hele hele inanmaya dünden hazır kitleler varken, ah ne kolay, oh ne basit. He yavrum he, komplo teorileri uzmanlık alanınız, lobiler, üst akıl ve büyük resim, asri zamanların şeytani sacayağı değil mi zaten?

Görme biçimlerinden devamla, sanat eleştirisine geçeceğim de, bu bizim garibim sanat, acıklı, sancılı, yaralı, yıpratıcı, yıkıcı ve yakıcı bir hayat karşısında, entelektüel kaşıntı olarak algılanmasın şimdi?

“Görüşümüz sürekli olarak canlıdır, hareketlidir; her şeyi çevresindeki bir çember içinde tutar; bulunduğumuz durumda bizim için orada var olabilecek her şeyi gösterir bize. Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi…” Gördüğümüz kadarıyla, görünürüz de, yani saklanmadıkça, görünenler dünyasına aitiz. Buradan hareketle, görünmek de, hedef olmak anlamına geliyor değil mi? Katliamlar ikliminde, kendi siperlerimizi, kendi örtülerimizi bulmak, sinmek, gizlenmek veya çoğu insana göre bu lanetli coğrafyadan, kaçarak uzaklaşmak. Mesnetsiz soruşturmalar ve kovuşturmalar sonucunda, dama düşmek de cabası… Berger şöyle der; “Biz kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştukları bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir ‘biz’. O halde kendimizden ‘onlar’ diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.”

Şimdi bu kaotik cangılda, imgelerden, incelemelerden, derinlikliden, yüzeyselden, imajdan, öğelerden, fonetikten, taklitten, bütünlükten, resimden, fotoğraftan, unutulandan, kalıcı olandan bahsetsek, anlamadığı her şeyi tehlikeli bulan ve haliyle tehdit unsuru olarak gören, saksıyı çalıştırmayı da asla düşünmeyen birilerinin, lan yoksa sen anarşik terörik misin? gibi sorularına muhatap olmak riski var. Başıma geldi, bir arkadaşla, cep telefonundan bir savaş fotoğrafına bakıyorduk, üstümüzde beliren bir kafa, bu montaj dedi, şuradaki desen tuhaf dedi, daha pek çok şey söyledi, dedi de dedi. İyi de burası Türkiye değil dedik, haaa o vakit, bu fotoğraf gerçektir dedi. Berger alıntısıyla; “Görüntüler, diyalogsuz kelimeler gibidir” veya “Her tür sevgi tekrara bayılır. Çünkü tekrarlar zamana kafa tutar” da demedim elemana, hani peşin hükümleri, yine sıralamasın diye… Yani troller, salt sosyal medyada değil ha, valla gündelik yaşam içerisindeler, nasıl sabır çatlatırız, sinirleri nasıl hoplatırız derdindeler, bilesiniz!
“Bir doğa resmi ‘gördüğümüzde’ kendimizi onun içine koyarız. Geçmişte yapılmış sanata ‘bakıyorsak’ o zaman kendimizi tarihin içine koymuş oluruz. Bu sanatı görmemiz engellendiğinde, aslında bizim olan tarihten yoksun bırakılmış oluruz. Bu yoksunluktan kim yarar sağlar? Sonuçta geçmişin sanatı, mutlu azınlığın kendine bir tarih yaratmaya çabalamasından dolayı bulandırılmaktadır. Bu tarih, geriye bakıldığında yönetici sınıfların oynadığı tarihsel rolü haklı gösterebilir. Böyle bir haklı çıkarmanın çağdaş dilde hiçbir anlamı yoktur. Bundan ötürü ister istemez bulandırıcıdır…” Şimdi, sanat ve sepet, pek gündemimizde yok, çeşitli kereler söyledim, hâkim zihniyetin, bir ebru, bir de hat dışında, sanata sıcak bakmadığını, ondan kaçarak uzaklaşma çabasını, görmeme, göstermeme ısrarını… Şehir tiyatrosuna kayyum atamak ve oyuncuları kapı önüne koymak kadar absürt. Gelecek kuşaklar, tüm şaşkınlığımıza rağmen, iliklerine dek yaşadığımız bu sürece bulanıklık da demeyecekler, yokluk ise belki.

Görme edimi, gelişen ve bizi yönlendiren bir şey, herhalde bunu tartışacak da değiliz! Hah! İçinde yer alınan toplumun değerlerine, alınan eğitime, hayata bakış açısına, düşünce ve inançlara göre de ‘biçim’ kazanıyor. Biçimden sonra, gaye besbelli, görsel imgeler yaratılıyor, gördüklerimizi anlatabilelim diye… Yaratılan imge de, bu doğrultuda canlandırdığımız nesne ve kişilerden daha kalıcı oluyor. Haliyle, bir görünüm yaratmış oluyoruz. Özetle; fotoğrafın gerçekliğinden öte, bu artık fotoğrafı çekenin gerçekliği oluyor. Herkes, bir fotoğrafa aynı anlamı yüklemiyor değil mi? Anlam ne ki, ehi ehi ehi diyenleri duyar gibiyim, yahu neyse…

Aboooo. Kadın imgesinin nesnelleştirilmesi ve erkek mülkiyetinde kabul edilmesi… Gelelim John Berger’in, her dönem güncel kalacak, haliyle ölümsüz bir eser bırakmasının ana meselesine… Çıplaklık, kişinin kendisi olması, varlığın olduğu gibi yansıtılması anlamına gelirken, nü resim ise seyredilmek amacıyla çıplak olmaktır. Nü’lük bir çeşit giyinikliktir. Ve resim, onu seyreden erkek için yapılmıştır. Asırlar önceki sanat anlayışından geldiğimiz yere bak gardaşım be, neredeyse gazeteye kadın fotoğrafı basmayacak kafalara, kolaysa anlat! Hop şuraya mozaik, burayı kes, hah şimdi yapıştır! Harbiden ölek biz! Metafor bölümünü es geçiyorum, durduk yere bocalama evresine girmeyeyim, ayrıca uzun hikâye… Ancak reklam imgesinin, alıcıdan, aslında onun kendisine duyduğu sevgiyi çalması, ardından da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satması önemli. Kahrolsun reklamlar, hem duygularımızla oynuyorsun, hem de cebimize göz dikiyorsun. Ayıp be!

Bir büyük Marksist’e, John Berger’e artık veda edelim, onun satırlarıyla elbette; “Gecenin son karanlıkları... Daha uyumadım. Geleceği düşünüyordum. Herhangi bir yerdeki geleceği değil. İkimizin geleceğini de değil. Burada kürtajla almaya çalıştıkları gelecekten bahsediyorum. Başaramayacaklar. Korktukları gelecek, gelecek. Ve içinde bizden kalan, karanlıkta koruduğumuz güven olacak.”