5 Eylül/ 1Kasım tarihleri arasında 14. İstanbul Bienali oldu-bitti. Rumeli Feneri’nden Büyükada’ya otuzdan fazla mekânda, seksen dolayında sanatçının işi sunumdaydı.

Bienal duyurularında girişlerin ücretsiz olduğu bilgisi vardı. Bir istisna, Masumiyet Müzesi; orası ücretliymiş. Bu ücretli mekânı ziyaret dışı tuttum. Çünkü Bienal’in yayıldığı alanın tamamını dolaşmak önemli bir bütçe demekti. Girişler ücretsiz olsa da, size bilgi verip yol gösterecek rehberler eşliğinde ücretli turlara katılmanız mümkün! Kişisel sanat eğitiminizi tur biletiyle alabiliyorsunuz! Akbil bağımlısı bir sanatseverseniz, sadece yol giderleri bile bütçenize yıkıcı bir etki yapabilir. Çünkü Rumeli Feneri’nden Balat’a ve Büyükada’ya uzanan bir güzergâh söz konusu. Bu güzergâhtaki tuzlu suyu izleyerek yaşamsal bir etkilenme ve deneyim yaşarken, akbili her basışta “Yetersiz bakiye” diyebilecek cızırtılı sesi duyma telaşı da ayrı bir sanatsal heyecan sayılabilir!
Bienal ya da başka etkinliklere ücretsiz giriş tek başına yeterli değil. Toplu ulaşım ve kolay bilinirlik de önemli; uzman olanların katılımı ve eğitimli gözler hedef kitle değilse. Bu açıdan bir sonraki bienal için yer olarak Küçükpazar ve Unkapanı-Haliç kıyısı - eski sebze hali- ve Bayrampaşa Hali, Rami Kuru Gıda Hali benim önerim. Kente kabak ve kuru soğan giren kapılardan sanat da girebilir. Bu mekânlara, tarihsellikten kent kültürüne, politik kültürden demografiye çok farklı izlekleri konu edinen işleri yerleştirmek çok uygun olur. Ayrıca uygunsuzluk da bir uygunluk halidir sanat bağlamında!

Bienal aralığında sanat ile aramıza çok sert olaylar girdi. İnsanlığımıza saldırdı iktidar. Yaşanılan acıları saymamıza gerek yok. Bienalle, sanatla ilgilenememe gibi bir meşruiyetimiz olduğunu düşünebiliyoruz. Ancak, bizim bu zamanda yaşadıklarımız İkinci Dünya Savaşı’nda 800 küsur gün süren Leningrad kuşatmasında yaşananlar kadar ağır değildir. O kuşatmada iki milyona yakın insan ölmüştür; mermi, bomba, hastalık ve açlıktan. İnsanların sokakta yürürken yere düşüp öldükleri yazılmıştır. Ama tiyatrolar o korkunç koşullarda bile ayaktaydı.
Yıllar önce Gergedan ve Argos adlı iki dergi yayımlanmıştı. İyi kâğıtta, ağır, hacimli dergilerdi. Şöyle çantaya koyup, hayatla boğuşma telaşında fırsat buldukça okunacak türden değildi. Müreffeh bir atmosferde, bedeniniz ve kafanız; tüm kimya ve fizyolojinin müreffeh olduğu, ışıklı bir pencere önünde, güzel kokulu kahveler içilerek okunacak dergilerdi. Kötü mü bu, değil. Ama bunu yaşayabilmek herkesin harcı değil. Bir mesafe meselesi var burada.

Tuzlu su, Bienal’in izleği. Biz bin yıldır bir tuzlu su kıyısındayız ve hâlâ yabancıyız. Tuzlu suyu Aylan bebeğin ölümüyle ta derinimizden hissetmemiş olsaydık, orada o suyun varlığından haberimiz ancak tatilden tatile olurdu. Tuzlu su izleği başka bir düşünsel düzlemi işaret etse de, bizim aklımıza gelen önce Aylan bebek. Bugünlerde iyice soğuyan denizde boğulmaların devam ediyor olması da “düşünce biçimler üzerine teoride” yaşam ve sanata değil, ölüm temasına odaklıyız. Tuzlu su ve deniz etkisi, güncel gerçekliğimizde bizi vuruyor ve buruyor. Sanatla ve gerçeklik arasındaki mesafenin yanında, bizim ayrı bir gerçeklik ve mesafe sorunumuzdur bu. Gerçeklik başka, nesnelerin gerçek olması başka. Hele bu nesnelerin doğrudan sanat nesnesi olması da farklı. Ancak, nesne sanat nesnesi olunca, sanat ile geçeklik arasındaki mesafe kendiliğinden kapanmıyor. Bu mesafenin kapanması, sanatçının düşüncesi ve düş dünyası ile bağlantılı.
Bienal, yıl aşırı, yani iki yılda bir yapılan bir sanat etkinliği demek. Bu açıdan 2017 için önerim “Kaldırımlar ve kaldırım taşları” olabilir. Hem 68’in ellinci yılını anmak ve hem de önümüzdeki günlerin sokakları için.
Haftaya dize; “Bu suskun ev yeni dil bilmekmiş” (Servet Üstün Akbaba, Yalnızlık Yer Değiştiriyor, Red Y.)