Gündemi hemen her gün değişen Türkiye’de, Barış için Akademisyenler (BAK) girişiminin “suça ortak olmayacağız” bildirisi 10 gündür gündemde; daha da kalacak gibi. Eleştireninden küfredenine, yanında yer alanından “evet ama”cılara kadar türlü çeşit yorumla bildirinin ortalığı karıştırdığını da görüyoruz.

Yazılanlara bakınca Türkiye panoraması ortaya çıkmakta ki, çok ilginç; yazılanlardan bir kitap yapılabilir. Başına da, ibretlik bir örnek olarak, Murat Bardakçı’nın “eseri olmayan akademisyen sadece bildiri kaleme alır” diyen yazısını almak mümkün. İmzalayan akademisyenler arasında çalışmalarıyla kendini ispatlamış çok sayıda akademisyen olduğuna kuşku yok; onu geçelim. Ancak ‘tarih alimi’ diye geçinen birinin, bu ülkede iktidara karşı çıkan seslerin nasıl boğulmak istendiği, bu nedenle akademisyenlerin her zaman saldırıya maruz kaldığını -yalnız 1948 tasfiyesi ile 1980 darbesinin 1402’liklerini bile hatırlamak yeter- bilmezlikten gelmesi var ki, Vak’a-Nüvis olmak ile aydın olmanın farkını bir kez daha ortaya koyması açısından ibretlik!

Bir imza kampanyasının ortalığı bu kadar karıştırmasına gelince, düşündürücü yanları epeyce. Çünkü imza kampanyalarının gücü demokrasiyle koşut. Ancak, bizimki gibi demokrasi yokluğunda bile zaman zaman ortaya çıkan kıvılcımların ateşe dönüştüğü görülür ki, BAK bildirisi de böyle oldu. Şimdi bu kıvılcımın alevlenip Türkiye’yi ve dünyayı sardığını görüyoruz.
Dört bir yandan akademisyenlere destek, yöneticilere uyarı mesajları gelmekte. Hele, çeşitli illerde açılan soruşturmalar İstanbul’a yollanıp, orada binleri aşan soruşturmalar başlasın, hele günlerce adliye önü destekçilerle dolup taşsın, o zaman seyreyleyin kıvılcımın nasıl ateşe döndüğünü!

Bu nedenledir ki, Akif Beki, akademisyenlerin bildirisini, iktidarın tepki biçimini öngörerek hesaplanmış bir ‘tuzağa’ benzetmekte! Geçmişte Yaşar Kemal’e açılan soruşturma nedeniyle başlatılan ‘düşünceye özgürlük’ kampanyası ve aydınların kendilerini ihbar etmeleriyle DGM’lerin önünde oluşan kuyrukları hatırlatıp, bu bildiri için “polisle, savcıyla imzacıların üzerine gidilmeyecekti” demekte.
Kuşkusuz, akademisyenlerin derdi ‘tuzak’ hazırlamak değil; buna tenezzül de etmezler! Ancak özgürlüğe ve özgür düşünceye tuzak kuranların, kendi kurdukları tuzaklara düştükleri de olur; bu da onlardan biri!
Neden derseniz, bir kere üniversite, ne kadar ele geçirilmeye çalışılırsa çalışılsın ‘üniversitedir’ ve içinde, özgür ve eleştirel düşünceyi unutmayıp yaşatan akademisyenleri barındırır. İkincisi, özgür düşüncenin olduğu gibi, üniversitelerin ve akademisyenlerin tüm dünyada itibarı büyüktür ve onlara yapılan zulüm tüm dünyada ses getirir.

Kaldı ki, asıl tuzağı Hükümet’in bildiriyi imzalayanlara karşı haşin saldırısında aramak lazım diye düşünüyorum. Hakaretlerle, soruşturmalarla öyle bir terör yaratıldı ki, bildirinin içeriği, akademisyenlerin asıl derdi olan ‘barış istemi’ kenara itildi. Her gün ölülülerin geldiği bir ülkede, buna ‘dur denmesinin’ gerekliliği ve haklılığını konuşmaktan çok, bunun düşünce özgürlüğü olup olmadığını tartışmaya başladık.
Oysa imzalayan akademisyenlerin derdi, hiç kuşkusuz ki, her gün ülkeye düşen ölüm acısı, harabeye dönüşen evler, yaşanılamaz hale gelen iller ve bunlar karşısında silahlı bir mücadeleden başka bir şey düşünmeyen Hükümet’ti.

Burası bizim memleketimiz; onlar bizim insanlarımız diye düşünüyorlar! Geçmişte de bu acılı yollardan geçilip sorunun çözülmediğini biliyorlar. Çözüm umudunun ancak silahtan vazgeçip barış sürecine gidilmekle bulunduğunu unutmuyorlar. Ve barış sürecini başlatıp, “AKP demek barış demektir” laflarını edenlere bugün tuttukları yolun yol olmadığını hatırlatıyorlar.

Biliyorlar ki, bugün barışçı çözüm yollarından vazgeçmiş olunsa da, sorunun niteliği değişmiş değil. 30 yıldan fazla sürmüş, bugün bastırılsa yarın hortlayacak, arkasında bir halkın durduğu bir mücadele söz konusu. Bunları dikkate almadan, PKK’ye’“terör örgütü’ demenin de bir faydası yok!

Bu nedenle, PKK’nin silahlı mücadeleden vazgeçmemesinin kendi insanını ölüme göndermesi anlamını verip kınamak ve her şey bir yana kendi insanları için barışçıl ve siyasal yoldan mücadeleyi öne çıkarmaları gerektiğini düşünmek gibi, Hükümet’in de şiddetten başka bir yolu aramamakla her gün yeni asker ve polis şehitlerinin gelmesine yol açtığını düşünmek gerekmekte.
O nedenle teröre desteği, barış arayanlarda değil, bu ülke insanına ‘terörle mücadeleden’ başka çözüm göstermeyenlerde aramak lazım.
O nedenle şehit cenazelerinde saf tutan, acılı ana babaları, çocuklardan söz edenlere, hiçbir şeyin insan canından daha değerli olmadığını hatırlatmak lazım.

O nedenle, asıl görevimiz ve sorumluluğumuzun ölene değil diriye sahip çıkmak olduğunu, bunun için de savaştan değil barıştan yana olunmasını durmadan söylemek lazım.

Sonuç olarak, savaşa dur diyen bildiri ve arkasındaki imzacıları istedikleri kadar karalasınlar, Türkiye’nin ve üniversitelerin aydınlık yüzü onlar; tarihe de böyle geçecek, unutulmasın!