Geçtiğimiz haftaların yoğun siyasal gündemi içinde, bir haber fazlaca dikkat çekmedi; Bilgi Üniversitesi yönetimi sendikal örgütlenme

Geçtiğimiz haftaların yoğun siyasal gündemi içinde, bir haber fazlaca dikkat çekmedi; Bilgi Üniversitesi yönetimi sendikal örgütlenme çalışması yapan üç çalışanının işine son verdi. İşe son verme, sendikal örgütlenme mücadelelerine karşı, işverenin başlıca yöntemi olduğundan, genellikle bu tür haberler okuyucuyu şaşırtmaz.
Ancak Bilgi Üniversitesi yönetiminin bu yola başvurması üzerinde durulması gereken bir durum yaratıyor. Çünkü, hepimizin bildiği gibi, geçtiğimiz dönemde, Bilgi Üniversitesi özel üniversiteler içinde özgün sayılabilecek bir konum kazandı; demokrasi, özgürlük, azınlıklar, insan hakları gibi kimlik siyasetinin anahtar kelimeleri etrafında yapılan etkinliklerin düzenlenmesinde öne çıktı. Bu alanda önemli yapıtların Türkçeye kazandırılmasına kurduğu yayınevi aracılığıyla önemli bir katkı yaptı. Benzer konularda çalışan kesimlere üniversitenin olanaklarını açtı.
Diğer bir anlatımla, Bilgi Üniversitesi’nin bu yaklaşımı, akademik kadrolarının ötesinde (ki bu kadrolar içinde bu  projeyi paylaşmayanların da olduğunu biliyoruz), yönetim anlayışını da içeren bir nitelik taşımaktadır. Ulus-ötesi bir şirket tarafından satın alınmasından sonra da, Bilgi Üniversitesi kimlik siyasetinin üniversiteler alanındaki öncüsü olma konumunu korudu.
Durum böyle olunca, demokratik sistemlerin önemli kurumlarından biri olarak bildiğimiz sendikal örgütlenmeyi üniversiteye sokmak isteyen üç çalışanın işine son verilmesini nasıl anlayacağız sorusu kaçınılmaz olarak kendini dayatıyor. Ortaya çıkan durumu büyük sermayenin gerçek yüzü deyip geçebilir, ya da bu uygulamayı son dönemde siyasal yaşamın merkezine yerleştirilen özgürlük ve demokrasi söyleminin içi boşluğunun bir göstergesi olarak değerlendirebiliriz.
Bu tür değerlendirmelerin her birinde önemli doğruluk payı bulunabilir. Ancak kendimizi bu tür açıklamalarla sınırlarsak önemli bir fırsatı da kaçırmış oluruz. Çünkü bu örnek bizlere şekillenmekte olan yeni toplumsal düzen ve siyasal sisteme yönelik önemli ipuçları sağlıyor. O nedenle dikkatli değerlendirilmesi gerekiyor.
Yeni toplumsal ve siyasal düzen(sizliğ)i anlamak istiyorsak, İstanbul’a, İstanbul’u anlamak içinse, küresel kent olgusuna bakmak gerekiyor. Küresel kentler konusunda uzmanlığıyla bilinen Saski Sassen bu kentlerin içinde birden fazla kentin varlığından söz ediyor; yüksek katlı ofis binalarının temsil ettiği finans sermayesinin kenti, giderek daha fazla ulus-ötesi göçle beslenen ve finans kentine lojistik destek sağlayan güvencesiz emeğin kenti ve ölmeye yüz tutan mavi yakalıların eski sanayi kenti.
Finans ve yönetim merkezi konumları küresel kentleri tanımlayan en önemli özellikleri olarak öne çıkıyor. Finans piyasaları, bankacılık sektörü, bilgi üretime yönelik firmalar, reklamcılık sektörü, finans kurumlarıyla iç içe geçmiş üniversiteler ve bu kurumlarda çalışan nitelikli, yüksek ücretli yeni orta sınıf bu kentlerin yüksek katlı gökdelenleriyle sembolikleşen merkezi iş bölgelerinde yoğunlaşıyor.
Öte yandan, finans kentini ve bu kentin yüksek ücretli yeni orta sınıfını ve onun yaşam biçimini destekleyen bir başka kentin daha varlığından söz etmek mümkün; finans kentinin ofis binalarını temizleyip güvenliğini sağlayan, restoranlarında, kafelerinde ve alışveriş merkezlerinde çalışan, yüksek uçan yeni orta sınıfın çocuklarına bakıp, evlerini temizleyen işgücünün yaşadığı güvencesiz emeğin kenti.
Görece niteliksiz işlerde çalışanların önemli bir kesimi bu kentlere dışarıdan gelen göçmen nüfus tarafından oluşturuluyor. İç göç yanında, giderek artan biçimde, ulus-ötesi göçle beslenen küresel kentlerde, özellikle yasadışı yollardan gelen ucuz işgücünün pazarlık gücünün bulunmayışı ve kentlerde giderek artan yedek işgücü ordusunun varlığı bu kentlerde güvencesiz, sendikasız çalışma koşullarının hızla norm haline gelmesini kolaylaştırıyor.
Bu kentlerin bir zamanlar en önemli istihdam kaynağı olan üretimin karşı karşıya kaldığı çözülme, küresel kentlerde ortaya çıkan sosyo-mekânsal kutuplaşmayı daha da çarpıcı hale getiriyor. Üretim için, bu kentlerin maliyetlerinin aşırı yüksekliği bu faaliyetleri hızla dışarı itiyor. Dolayısıyla, üretim sektörü ve mavi yakalı işçiler, bir eğilim olarak, bu kentlerdeki ağırlığını hızla yitiriyor.
Üretim kentinin mekânları sistemli biçimde finans ve tüketim sektörlerinin ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendiriliyor. Fabrikaların, üretim tesislerinin ve lojistik birimlerin yerine, yeni ekonominin ve yeni orta sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vermek üzere, hızla iş ve alışveriş merkezleri, oteller, korunaklı konut siteleri inşa ediliyor. Daha önce üretim sektörüne işgücü deposu olarak işlev gören gecekondu alanlarının stratejik konumda olanları kentsel dönüşüm uygulamalarıyla dönüştürülüp, küresel kentin yeni aktörlerine ve taleplerine sunuluyor.
Özetlemek gerekirse, İstanbul örneğinin de açıkça gösterdiği gibi, küresel kent kurgusu derin bir kutuplaşmanın mekânı olarak öne çıkıyor; bir yanda, dar bir tabana oturan, ancak ayrıcalıklı yeni orta sınıf, diğer yanda geniş bir zemine yayılan, ancak örgütsüz ve güvencesiz emek gücü ve bu iki sınıfın birbiriyle tezat oluşturan iki ayrı kenti. Arada kalan eski sınıf katmanları, geleneksel orta sınıf gibi, zaman içinde, küresel kentten tasfiye edilip, geniş güvencesiz emek gücüne ve onun kentine katılıyor.
Bu derece kutuplaşan toplumsal yapının siyasal rejiminin tek bir yapı olarak kurgulanması ve işletilmesi de giderek imkânsız hale geliyor. Bu yeni gerçeklik çerçevesinde şekillenen yeni toplumsal yapıyı belli yönleriyle antik dönemin Atina’sına, siyasal sistemini de Atina demokrasisine benzetebiliriz; yukarıda ayrıcalıklı bir seçkin kesime karşılık, aşağıda geniş bir köle sınıfı ve bu toplumsal yapıya uyan biçimde, seçkinlerin katılımı ile sınırlandırılmış bir demokrasi anlayışı.
Bilgi Üniversitesi’nin toplumsal ve siyasal alandaki rolünü ve konum alışını bu bağlam içinde değerlendirmek gerekir. Eski bir üretim tesisi üzerinde yükselen Bilgi Üniversitesi’nin temsil ettiği kimlik siyaseti temelli proje demokrasi, özgürlük, insan haklarına yönelik söylem ve vurgularında oldukça samimidir. Ancak bu taleplerin Atina demokrasisindekine benzer biçimde, sadece yukarıdaki ayrıcalıklı sınıflara yönelik olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani, aşağıdaki geniş kesimlerin, yani giderek köle emeğine benzer özellikler gösterenlerin, bu sistem içinde yeri yoktur.
Sendikal örgütlenme, iş güvenliği ve sosyal güvence gibi beklentilere bu yeni gerçeklik içinde yer yoktur. Tam da bu anlayış nedeniyle, sürekli ölümlerin yaşandığı Tuzla tersanelerinde 134. İşçi de yaşamını yitirmiştir.  Tam da bu nedenle, bu ölümler söz konusu tersanelerin koşullarının düzeltilmesiyle değil, bu üretim tesislerinin dışarı itilmesiyle sonuçlanacaktır. Küresel kentin raconu budur.
Hem kötü mü olur; bir başka özgürlük ve demokrasi savaşçısı üniversiteye daha yer açılır. İstanbul, sol gösterip sağ vuranların istediği gibi, biraz daha küresel olur. Sonra köle emeği ve yaşam koşulları üzerine, bu üniversitelerin finanse ettiği araştırmalar, seçkin ortamlarda sunumlar yapılır.
Saski Sassen de gelir, hep birlikte tartışırız!